Sanayileşerek kalkınan
gelişmiş Batı ülkelerinin tümü, kapitalizmin (anamalcılığın) ulusçuluk ve devletçilik temelinde gelişen merkantilist
döneminden geçmiştir. Bu dönemde devlet, siyasette olduğu gibi, ekonomide de
belirleyici güçtür. Ulusal sanayi ve tecimin geliştirilmesine öncülük etmiştir.
İçerde; ulusal pazarı gümrük duvarlarıyla korumak, alt yapı yatırımlarını
gerçekleştirmek, girişimciliği özendirmek ve desteklemek, ürünlere satış
kolaylıkları sağlamak; dışarda ise yeni pazarlar bulmak, ucuz hammadde
sağlamak, güvenlik önlemleri almak, devletin yaptığı işlerdir. Devlet, ulusal
sanayi ve tecimin gelişmesi için, yatırım dahil her alanda öncülük yapmış ve
girişimlerini çıkardığı yasalarla toplumsal gereklilik durumuna getirmiştir.
Örneğin İngiltere’de, tekstil sanayiinin gelişmesi için 18.yüzyıl sonlarında
çıkarılan bir yasayla, “ölülerin İngiliz
malı yünlü kumaşlarla kefenlenmesi” zorunlu kılınmıştı.
Nesnel Gereklilik
Feodal
düzen içinde gelişmeye başlayan anamalcılık, emperyalist aşamaya gelinceye dek
kendi içinde üç dönemden geçmiştir. Manüfaktür (makinasız imalathane) üretim, merkantilizm (ekonomik
ulusçuluk ve devletçilik), ve seri fabrika üretimi (makinalı üretim).
Her dönem, üretim eyleminin ve paylaşım ilişkilerinin gerekli kıldığı kendine
uygun toplumsal işleyişi kurmak zorundaydı. Siyasi ve hukuki düzenlemeler,
ekonomik gelişimin önünde engel oluşturmamalı, ekonomik gereksinimlere yanıt
veren biçim ve nitelikte olmalıydı. Bu nesnel bir gereklilikti.
İşçi Gereksinimi
Kentsoyluların
(Burjuvaların) üretim yapmak için insan gücüne, bunun için de emeğini
ücret karşılığı satacak işçilere gereksinimi vardı. Oysa feodal düzende, işçi
olabilecek insanlar, senyörlerin buyruğunda toprağa bağlı serf
olarak, köylerde yaşıyordu. Ücret karşılığı çalışacak ve gerekli büyük emek
gücünü oluşturacak geniş kitle bunlardı. Çalışacaklarla çalıştıracakların
istemleri, toplumsal bir gereksinim olarak ortak bir istenç durumuna gelmiş,
nesnel bir zorunluluğa dönüşmüştü.
Serf
konumundaki köylülerin, fabrikalarda çalışacak işçiler durumuna gelebilmeleri
için, onların feodal boyunduruktan kurtarılmaları ve topraktan
koparılarak ‘serbest’ ve ‘özgür’ yurttaşlar olmaları gerekiyordu.
Bu gereklilik kentsoylularla feodallerin çatışması demekti. Bu
çatışma yaşandı ve eşitlik özgürlük kardeşlik söylemleriyle ortaya çıkan
kentsoylular, feodalizmi, ortadan kaldırdı.
Toprağa bağlı serfler,
emeklerini ‘özgürce’ satabilen işçiler durumuna geldi. Bunun için
topraktaki feodal iyelik (mülkiyet) kaldırıldı; çalışma, seyahat etme, yerleşme
hakları tanındı; nüfusun tümü ‘eşit’ yurttaşlar durumuna getirildi. Bir
yandan büyük kapitalist tarım işletmeleri ortaya çıkarken bir başka yandan işçi
ve yedek işçi ordusunu oluşturacak köylüler, kentlere göç ederek iş arayan
emekçiler durumuna geldiler. Bu gelişme, işçi sınıfını ortaya çıkardı ve
kentsoyluluk ile işçi sınıfı arasında sınıf savaşımı başlattı.
Siyasi demokrasi bu savaşımın ürünü olarak ortaya çıktı.
Laiklik
Katolik
kilisesi, Orta Çağ’da, beysoylular (aristokratlar) ve senyörlerle
birlikte; feodal düzeni ayakta tutan, ekonomik ve siyasi gücü yüksek, büyük
toprak egemeni olmuştu. Elinde tuttuğu topraklarda insan çalıştırıyor, tecim
(ticaret) yapıyor ve vergi topluyordu; askeri birlikleri ve mahkemeleri
(engizizyon) vardı. Ülkeler arası çalışıyor ve kralın bile üzerinde baskı oluşturabilen bir yetkeye sahip
bulunuyordu.
Feodal
düzenin temel kurumlarından biri olan kilise, gelişmekte olan anamalcı
üretim ilişkileriyle ve bu ilişkilerin yaratmakta olduğu kurumlarla çelişiyordu.
Ekonomik çıkara dayanan dinsel çatışmalara kaynaklık ediyor, dogmalara dayalı
bir eğitim uyguluyor ve insanları düşünmeyi bilmeyen, cahil köylüler
olarak kiliseye ve toprağa bağlı tutmaya çalışıyordu. Ortaya çıkış döneminde
herhangi bir taşınmaza (mülke) sahip değilken daha sonra geniş toprakların
sahibi, büyük bir feodal güç haline gelmişti. Almanya’da tüm toprakların
üçte biri, İsviçre’de kantonların çoğunluğu kiliseye aitti.1
Ulusal pazarın
oluşması ve ulusal bütünlüğün sağlanması için, din ve mezhep ayrımlarının
insanlar arasında çatışmaya neden olmaması, bunun için de kilisenin gücünün
kırılması gerekiyordu. Bu nedenle “kilise”, topraklarına el konulup
ekonomik olarak etkisizleştirildi, yönetim ve hukuk alanlarındaki etkisine son
verildi, eğitimden uzaklaştırıldı. Bu girişimlerin tümü sürekli bir uygulama
duruma getirilerek, teokratik egemenliğe karşı laiklik ilkesi
geliştirildi; laiklik, toplumsal ilişkilerin temel kuralı oldu.
Ulus Devlet
Kentsoyluluğun,
ürettiği malı satacağı ve kâr sağlayacağı pazara gereksinimi vardı. Bunun için,
önce kendi ülkesinin pazarını oluşturması ve bu pazara egemen olması
gerekiyordu.
Ulusal pazarın
oluşturulup korunması ise dil, kültür ve toprak birliği temelinde ulusal
bütünlüğün sağlanmasıyla olabilirdi. Amaca yönelik olarak, uzun çatışmalar
sürecinden sonra yerel feodal devletçikler yıkıldı, sınırları kesin biçimde
belirlenen uluslar ve ulus devletler ortaya çıktı.
Sömürgecilik
Sanayi üretiminin çeşitlenip yoğunlaşması için, sermaye birikimine ve hammaddeye gereksinim vardı. Bu gereksinim nedeniyle dünyaya açılındı ve kendisini koruma gücüne sahip olmayan ülkelerin kaynaklarına el konularak, bu ülkeler sömürge yapıldı.
Dünya deniz ticareti geliştirilerek, sömürgelerden altın ve gümüş başta olmak üzere değerli madenler, hammaddeler getirilirken buralara satılmak üzere tüketim ürünleri götürüldü. Küresel bir işleyişe dönüşen sömürgecilik, kapitalist üretimi geliştirirken; kapitalist üretim, sömürgeciliği geliştirdi.
Özgün Tarih
Sanayileşen
ülkelerde ortaya çıkan, bu nedenle Batıya özgü olan bugünkü toplumsal düzen,
yediyüz yıllık çatışmalarla dolu uzun bir süreç sonunda oluştu. Aynı süreçte
ekonomiye bağlı olarak oluşan siyasi düzen, toplumsal gelişimin gereklerine
uygun düşen bir niteliğe sahipti. Bu nedenle, topluma yabancı değildi; doğal ve
içsel bir olguydu. İsteme değil, nesnel koşullara bağlıydı. Bu nedenle, aynı
koşullara sahip olmayan ülkeler tarafından örnek alınabilir, ancak
öykünülemezdi (taklit edilemezdi).
Batılı ülkeler, son
derece geri ve yoksul oldukları Orta Çağ döneminde bile gelişip güçlenmek
için, kendilerinden daha ileri ve varsıl olan Doğu toplumlarına öykünmemişler,
Doğudan edindikleri bilgi ve teknolojik birikimi kendi yapılarına uygun düşecek
biçimde gelişme yönünde kullanmışlardı. Bu kullanımla güçlenmişler,
güçlendikleri oranda da kendi değerlerini dünyaya yaymışlardı.
Kentsoylu Demokrasisi
Anamalcılığın
gelişimiyle birlikte yönetici sınıf durumuna gelen kentsoyluluk,
siyasi ilkelerini, eşitlik özgürlük kardeşlik sözleriyle tanımladı. Yönetimin
demokratik, devlet biçiminin ise demokratik cumhuriyet olduğunu
söylüyordu. Demokratik cumhuriyet’in siyasi amaçlarının eşitlik özgürlük kardeşlik olduğu
doğruydu ancak bu amacın
sınırları, kentsoylu sınıfının ötesine geçmiyordu. Konu, toplumun tümü,
özellikle de işçi sınıfı olduğunda, demokratik cumhuriyet, ne demokratik
ne de özgürlükçü oluyordu.
Kentsoylu
devletin belirleyici özelliği, kendinden önceki tüm devlet biçimlerinde olduğu
gibi, egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden bir örgüt olmasıydı. Köleci
ya da feodal toplumlarda devlet, nasıl köle sahipleri ya da feodallerin
devletiyse, anamalcı toplumda devlet, kentsoyluların devletiydi.
Temsili kurumlar,
güçler ayrılığı ya da merkezi yönetim yapısıyla demokratik cumhuriyet,
Avrupa için o güne dek erişilen en ileri yönetim biçimi ve bulunduğu dönem için
devrimci bir gelişmeydi. Ancak, sınıfsal egemenliğe dayanan temel işleyiş
değişmiyordu.
Ekonomik Ulusçuluk ve Devletçilik (Merkatilizm)
Ekonomik
ulusçuluk ve devletçilik anlamına gelen ve kapitalizmin
ilk dönemlerinde gelişen merkantilizm, Batı Avrupa ülkelerin tümünde
uygulandı. Fransa’da kolbertizm, İspanya’da bulyonizm, Almanya’da
kameralizm adı verilen merkantilist düzen; devletçilik, korumacılık,
sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulu olan bir uygulamalar
bütünüydü.
Kapitalist
gelişimin o günkü aşamasında, kalkınıp gelişmek ve ulusal varsıllığı arttırmak
için, devletin olabildiği kadar çok altın ve gümüş yığınına (stoğuna) sahip
olması gerektiğine inanılıyordu. Bu amaçla, Altın tecimin, tecim de altının
aynasıdır2 biçiminde açıklanan anlayışla yurt dışından toplanan
altın, yoğun biçimde anavatana (metropole) taşınıyordu.
Dışarıya açılmayı
zorunlu kılan bu girişim, bir yandan deniz tecimini geliştirirken bir başka
yandan sömürgeciliği dünyanın her yanına yayıyordu. Merkantilizm’in temel yaklaşımları şöyleydi: “Bir
ulusun gücü, zenginliğiyle ölçülür. Ulusu güçlendirmek için ekonominin devlet
eliyle düzenlenmesi ve iç sanayinin dışa karşı korunması gerekir. Zenginliği
sağlayan şey, mümkün olduğu kadar çok değerli maden yığınına sahip olmaktır.
Bunun için, altın başta olmak üzere değerli madenler yurt içine getirilmeli ve
dışarıya kaçması önlenmelidir. Gerek sanayi ve tecimin korunması gerekse
değerli madenlerin yurt dışına kaçmaması için, ulusal pazar gümrük duvarlarıyla
korunmalıdır. Devlet, içte ve dıştaki ekonomik ilişkilerde, belirleyici ve
kural koyucudur”.3
Ulusçu Egemenlik
Merkantilizm’in
tarih içindeki yeri, Orta Çağ’dan
Yeni Çağ’a geçişe denk düşer.
Bu dönemde, inanç ve etnik köken ayrımına dayanan feodal işleyişin
yerini, ulusal anlayışa sahip kentsoylu düşüncesi almaya başlamış ve bu
gelişimin zorunlu sonucu olarak ulusçuluk, toplumun her kesimine yayılmıştı.
Bu yayılma o denli
etkiliydi ki, eski kurum ve anlayışlar ya tümden ortadan kalkıyor ya da yeni
duruma “uyum” göstererek değişiyordu. Uluslararası bir mezhep olan
Katolik inancı bile önemli bir ayrışmaya uğrayarak, içinden ulusal
Protestanlığı çıkarıyordu.
Devletin Öncülüğü
Sanayileşerek
kalkınan gelişmiş ülkelerin tümü, ulusçuluk ve devletçilik
temelinde gelişen merkantilist dönemden geçmiştir. Bu dönemde devlet,
siyasette olduğu gibi, ekonomide de belirleyici güçtür. Ulusal sanayi ve
tecimin geliştirilmesine öncülük etmiştir.
İçerde; ulusal pazarı
gümrük duvarlarıyla korumak, alt yapı yatırımlarını gerçekleştirmek,
girişimciliği özendirmek ve desteklemek, ürünlere satış kolaylıkları sağlamak;
dışarda ise yeni pazarlar bulmak, ucuz hammadde sağlamak, güvenlik önlemleri
almak, devletin yaptığı işlerdir. Devlet, ulusal sanayi ve tecimin gelişmesi
için, yatırım dahil her alanda öncülük yapıyor ve girişimlerini çıkardığı
yasalarla toplumsal gereklilik durumuna getiriyordu. Örneğin İngiltere’de,
tekstil sanayiinin gelişmesi için 18. yüzyıl sonlarında çıkarılan bir yasayla, “ölülerin
İngiliz malı yünlü kumaşlarla kefenlenmesi” zorunlu kılınmıştı.4
Gelişmenin Dayanağı
Batı
Avrupa toplumları, “merkantalizm”i uygulayarak gelişip güçlendiler.
Bugün gelişmiş ülke durumuna gelmiş ülkelerin tümünde; sanayileşme, toplumsal
kalkınma ve ilerleme, devletin öncülüğü ve yön göstericiliğiyle sağlanmıştır.
İngiltere, bu girişimin öncüsüydü. Rönesans çağında, en gelişkin
ekonomiye sahip bu ülke, merkantilizm’ in doğup geliştiği ülke oldu; Batı Avrupa’nın diğer ülkeleri, daha
sonra İngiltere’yi izlediler.
Merkantilizm,
kapalı birimler olarak üretim yapılan feodalizmin
çözüldüğü, buna karşın tecim sermayesinin güçlenerek manüfaktür
sanayinin geliştiği bir dönemin ürünüydü. Bu dönem aynı zamanda, anamalcı
gelişimin başlangıç dönemiydi.
Feodalizmin,
ekonomik ve toplumsal gelişim üzerindeki engelleyici bağlarından kurtulmak,
sanayileşip kalkınmak ve ulusal gönenci sağlamak için uygulanması, hem de
ödünsüz bir biçimde uygulanması gerekiyordu. Nitekim, Ekonomik ulusçuluk ve
devletçiliği, yani merkantilizm’i
uygulamadan, sanayileşip kalkınabilen bir ülke, ne o dönemde ne de daha
sonra görülmüştür. Bu gerçek, özellikle bugün, gelişmiş ülkeler tarafından
sarılmış olmasına karşın kalkınmasını sağlamak zorunda olan azgelişmiş ülkeler
için, yaşamsal önemdedir.
Sanayi üretimine
makinanın girmesiyle yaşanan üretim patlaması, gerek iç ve gerekse dış tecimin
sıradışı yoğunlaşmasına yol açtı. Makinalı üretim tekniklerini geliştiren
ülkelerle başka ülkeler arasında, bu teknikleri geliştirme düzeyine bağlı
olarak, ekonomik güç ayrımlılıkları ortaya çıktı.
Merkantilizmden
Liberalizme
Merkantilist
yöntemlerle kendini koruyup geliştiren ülke ya da ülkeler, ellerinde biriken
uran (sanayi) ürünlerini satmak için yeni pazarlar edinme gereksinimi içine
girdiler ve korumacılık yerine serbest tecimi savunmaya
başladılar. Kuramsal temelini fizyokratlar adı verilen ekonomistlerin
attığı liberalizm, böyle ortaya çıktı.
Fizyokratlar’ın
savlarına göre ekonomik düzen, doğal yasalara uygun olarak işliyordu. Doğal
düzene devlet karışmamalı, insanlar yaptıklarında serbest olmalıydılar. Bırakınız
yapsınlar bırakınız geçsinler anlayışı, bu düşüncenin ürünü olarak
liberalizm’in temel ilkesi oldu. Liberalizm de aynı merkantilizm
gibi ilk kez, ekonomik olarak en ileri ülke olan İngiltere’de ortaya çıktı.
İngiliz
ekonomistler liberalizmi yoğun olarak, 17.yüzyıldan sonra savunmaya
başladılar. Savunularında haklıydılar, çünkü İngiltere bu yüzyılda dünyanın en
büyük ve ileri sanayi ülkesi durumuna gelmişti. Hiçbir ülkenin rekabetinden
korkmayacak kadar güçlenmiş ve bu gücün gereği olarak, korumacı uygulamaların
ortadan kaldırılmasını isteyen bir ülke olmuştu.
Daha az gelişmiş
ülkeler için korumacılık ne denli gerekli ise, İngiltere için serbestlik
o denli gerekliydi. Bu durum, yalnızca İngiltere ve yalnızca sonradan onu
yakalayacak olan başka gelişmiş ülkeler için değil, dünya ekonomi tarihinin tüm
dönemlerinde ve tüm ülkelerde geçerli oldu. Güçsüz
olan korunmak, güçlü olan ise korunmayı önlemek zorundaydı. Serbestlik ya
da özgürlüğün sınırlarını, gereksinimler ve zorunluluklar belirliyordu.
DİPNOTLAR
1 “Tarih
III-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas.-2001, sf.100
2 “Ekonomi Sözlüğü”
Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit.,
5.Bas.1993, sf.284
3 a.g.e. sf.285
4 a.g.e. sf.284
Kapitalizmin tarihsel gelişim süreci yalın bir dille aktarılmış,yazarımız sayın Metin Aydoğan'ı bu çalışmalarından dolayı kutluyorum.
YanıtlaSil