Eskiden yeniye
geçerken, “ölü zamanı aşmada gösterilen
başarı” ulusun geleceğini belirleyecekti. Türkiye, büyük kararlar
arifesindeydi ancak “her şey ince bir sis
perdesine gömülmüş bilinmezliklerle” doluydu. Saltanatın kaldırılmasından
sonra, yakınına dek daralan karşıtlar
çemberiyle kuşatılmıştı. Savaş bitmesiyle başkomutanlığa verilen geniş
yetkiler ortadan kalkmış, “vatan
savunmasının” zorunlu birlikteliği sona ermişti. Saltanat artıkları, din
adına çıkar sağlayan gericiler ve dış bağlantılı işbirlikçiler, siyasi güç elde
etmek için saldırıya geçmişlerdi. Tarikat çevrelerinde, İstanbul basınında ve
Meclis’te, onu hedef alan, giderek sertleşen bir karşıtçılık (muhalefet)
oluşuyordu.
Devrimcilik - Tutuculuk
1923’e
girilirken Türkiye’de, bir yanda zaferin yarattığı ulusal coşku, bir başka yanda
çatışma eğilimi yüksek gizli siyasi gerilimler yaşanıyordu. Gerilimin
merkezinde yer alan ve belirsizlik yaratan iç sorun, yenilikçilik-tutuculuk çelişkisinin
neden olduğu siyasi ayrımdı ve bu ayrım çatışmaya doğru gidiyordu.
Savaş’ın
yarattığı olağanüstü koşullar bitmiş, Meclis’in başkomutan olarak Mustafa
Kemal’e verdiği yüksek yetki son bulmuştu. Padişah kaçmış, ancak yeni
yönetim biçimi belirlenmemişti. Yönetim konusunda biraraya gelmesi olanaksız karşıt
görüşler, birbirinden hızla uzaklaşan siyasi ayrılıklar durumuna geliyordu.
Yeterli birikimi olan ya da olmayan herkes, “bir ulus için her zaman güç bir
dönem olan, savaştan barışa geçiş döneminin” yarattığı belirsizlikten
yararlanarak, devlet yönetiminde söz sahibi olmak istiyordu.
Eskiden yeniye
geçerken, “ölü zamanı aşmada gösterilen başarı” ulusun geleceğini
belirleyecekti. Türkiye, büyük kararlar arifesindeydi ancak “her şey ince
bir sis perdesine gömülmüş bilinmezliklerle”1 doluydu. Falih
Rıfkı’nın (Atay) tanımıyla,
o günlerin Türkiyesi, “denize açılmak için limandan ayrılmış, ancak rotasını
kaptanından başka kimsenin bilmediği bir gemi” gibiydi.2
1923: Yol Ayrımı
1923,
Cumhuriyet’in ilanıyla sonuçlanacak bir yıldı; ancak 1923 aynı zamanda Kurtuluş
Savaşı’nda birlikte olanların
birbirinden ayrılmaya başladığı bir yıl oldu. Savaş’a katılarak önemli görevler
üstlenen önder konumdaki kimi komutanlar, köklü olacağını anladıkları devrim
girişimlerinden ürkmüşler, yapılarından kaynaklanan doğal bir eğilimle
karşıtçılığa yönelmişlerdi. Dünya görüşünden kaynaklanan ayrılıklar, yönetim
yapılanması henüz tamamlanmamış ve kadro sorunu yaşanan ülkede çekinceli
ayrılıklara yol açıyor, eski dostlar hızla birbirinden uzaklaşıyordu.
Mustafa
Kemal, saltanatın kaldırılmasından sonra, yakınına dek daralan
karşıtlar çemberiyle kuşatılmıştı. Savaş bitmesiyle başkomutanlığa
verilen geniş yetkiler ortadan kalkmış, “vatan savunmasının” zorunlu
birlikteliği sona ermişti. Saltanat artıkları, din adına çıkar sağlayan
gericiler ve dış bağlantılı işbirlikçiler, siyasi güç elde etmek için saldırıya
geçmişlerdi. Tarikat çevrelerinde, İstanbul basınında ve Meclis’te, onu hedef
alan, giderek sertleşen bir karşıtçılık (muhalefet) oluşuyordu.
“En
derin ayrılık duygularını bile ustaca gizleyebilen”3
Başbakan Rauf (Orbay) Bey, karşıtçılığın devletteki temsilcisi
gibiydi. Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen isimleri; Kazım (Karabekir) Paşa,
Ali Fuat (Cebesay) Paşa, Refet (Bele) Paşa, Cafer
Tayyar (Eğilmez) Paşa, Rüştü ve Nurettin Paşalar,
Adnan (Adıvar) Bey, İsmail Canpolat Bey, Miralay
Arif Bey onun karşısına geçmişti. Birlikte savaştığı bu
insanların davranışı, ikisi dışında onun için şaşırtıcı değildi. Ancak, Kazım
Paşa ve çok güvendiği Miralay Arif Bey’in yeni tutumundan
derin üzüntü duydu.
“İnandığı yolda
yürüdükçe arkadaşlarının bir bölümünün kendisinden kopacağını”
biliyordu. Bilmediği, eğer varsa, Ordu’da görev yapan karşıtçı komutanların
arkalarındaki gücün gerçek boyutuydu. Önemli atılımlara hazırlandığı çekinceli
bir dönemde, kaygı verici bir engelle karşılaşmıştı. “Artık yalnızca İsmet
ve Fevzi Paşalara güvenebilirdi, ancak onların da kendisini terk edip
etmeyeceğini”4 bilmiyordu. “Bir avuç inanmış arkadaşı,
silahlarıyla sürekli yanında hazır bekliyordu”.5
Halka Güven
Kurtuluş
Savaşı’nda olduğu gibi, güvenip dayanacağı ana güç, yine halk
ve orduydu. Subaylar için, hala tutkuyla bağlı oldukları “efsanevi komutan”,
halk için gönül borcu duyulan ve “hakkı asla ödenemeyecek” ulusal bir
kahramandı.
Hakkında söylenen
hiçbir olumsuz söz halkta etkili olmuyor, buyurgan (diktatör) ya da içkici
gibi suçlamalar halkı rahatsız etmiyordu. “Yerinde olsak biz de öyle
yapardık” diyerek, kendisine sonsuz ve içten bir hoşgörü gösteriyor, “erdemleri,
eğer varsa bütün hatalarını örter”6 diyerek, dedikodulara değil
yapılan işlere bakıyordu.
Durum Değerlendirmesi
Girişeceği
her önemli işte olduğu gibi, önce, ayrıntılı bir durum değerlendirilmesi yaptı
ve amaca uygun çalışma yöntemleri belirledi. Ardından, hazırlıklarını
tamamlayarak gerekli önlemleri aldı ve harekete geçti. Bu yöntem, yani, “Kararını
iyice düşünerek verip, hazırlıklarını yaparak darbesini en uygun anda indirmek”7
ve giriştiği işte sonuna dek gitmek, onun alışkanlığıydı.
“Gerçeklerin
kavranmadığı bir ortamda, bir gerçekçi olarak”8,
belirlediği amaç yönünde yürüyecek ve gerçeği, gerek gelişmeleri
kavrayamayan yakın çevresine ve gerekse içinde yaşadığı çağdan kopuk içteki
düşmanlarına gösterecekti. Bu iş için, ileri bir önsezi yeteneği, “büyük bir
iç disiplinle kazanılabilecek bir sabır”9 ve bilinç gerekliydi.
Ayrıca; olası gelişmeleri önceden sezmek, “dost düşman herkesin ruh yapısını
anlamak”10; yetki ve sorumluluğun sınırlarını bilerek onu
gerektiğinde sonuna dek kullanmak gerekiyordu. Bu niteliklerin tümü onda vardı.
Düşünceye Saygı
Girişeceği
işlerde, kendi düşüncesine tümüyle ters görüşleri bile sonuna dek sabırla
dinliyor, herşeyi herkesle tartışıyordu. “Aykırı görüşleri özenle dinleme
erdemi”11, konuştuğu insanlarda saygı ve hayranlık
uyandırıyordu. Görüşlerini kabul ettirmek için bıkmadan uğraşıyor ve alınan
karara sadık kalıyordu. Ancak, tartışılarak alınmış bir karara sonradan karşı
çıkan hiçbir girişimi artık dinlemiyordu.
Uzun
ve sabırlı, kimi zaman “gereksiz” görüşmeleri neden yaptığını soran Salih
Bozok’a; “Bazen akıllıca bir şey duymayı hiç ummadığım insanlardan
bile birşeyler öğreniyorum. Hiçbir düşünce küçümsenmemelidir. Başkalarının
düşüncelerini, özellikle karşıt olanları, önem ve mutlulukla dinlerim”
demişti.12
Düşüncelerini gerçekleştirmek
için yönetim gücünü elde etmesi, bu gücü koruyup sürdürmesi için de, “her
santimi için savaşım vermesi” gerekiyordu.13 “Zaferin üzerine
yatıp dinlenmek ve gevşemek yoktu”.14 Bu kez girişilecek savaş;
silahlı değil, benzer yöntem ve taktiklerle ancak siyasetle yapılacaktı.
Düşmanı yenmenin yerini, şimdi, ülkenin gelişmesi önünde engel oluşturan tutucu
karşıtlığın kırılması almıştı.
“Nankör Muhalefet”
Zaferden
hemen sonra, 1923’te, Meclis’te milletvekili olmasını önlemeye yönelik bir yasa
önerisi bile verilmişti. Kendisine yönelen “nankör muhalefetin başvurduğu
yöntemlerin düzeysizliğinden tiksiniyordu”.15 İyi niyetli kılığa
bürünerek; “ülke için çok şey yaptığını”, “kendisinin ve ülkenin
yararı için artık dinlenmesi gerektiğini”16 söyleyen sözde
dostlarına; “bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan söz edin” diye
çıkışıyordu.17
Eyleme geçmeden önce, Meclis'te karşılaştığı ve ölçüsüz karşıtçılığın en uç örneği olan bir olumsuzluğu çözmesi gerekti. Lozan'da görüşmeler olanca yeğinliğiyle sürerken, ulusal birliğe en çok gereksinim duyulan bir dönem yaşanırken, üç milletvekili (Süleyman Necati Bey-Erzurum, Selahattin Bey-Mersin, Emin Bey-Canik-Orta Karadeniz), 2 Aralık 1922'de, onun milletvekili olmasını önlemek için bir önerge verdiler. Önergeye göre, milletvekili olabilmek için, “Misak-ı Milli sınırları içindeki seçim bölgelerinin yerleşik halkından olmak ya da göçmen olarak gelmişse, yerleşme tarihinden sonra en az beş yıl aynı yerde yaşamak” gerekiyordu.18
Nasıl
bir ortamda kimlerle çalıştığını gösteren ve “değerbilirlik, ulusal onur ve
vicdan adına utanılacak bir belge”19 niteliğinde olan önerge,
halktan büyük tepki gördü ve ülke düzeyinde bir öfke dalgasının yayılmasına yol
açtı. Meclis’e; Erzurum, Mersin ve Canik’ten ayrı ayrı; “milletvekilini
lanetliyoruz, Onun Sancağımızı temsil etme hakkı olamaz” ya da “sancağımızda
milletvekilinin görüşüne katılan bir tek kişi bulunamaz”20 diyen
binlerce kınama telgrafı geldi.
Önergeye karşı,
Meclis’te yaptığı konuşma, çok etkili, bir o kadar da üzüntü vericiydi.
Konuşmasında ülkenin aynı yerinde sürekli olarak beş yıl neden kalamadığını
açıkladı, karşılaştığı davranışın ne anlama geldiğini Meclis’e ve millete
sorarak, yanıt istedi: “Ne yazık ki doğduğum yer, bugünkü sınırlarımız
dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim bölgesinin, beş yıllık yerleşiği
de değilim. Durumun böyle olması benim istek ya da kusurum değildir. Bunun
nedeni, ülkemizin tümünde, milletimizi yok etmek isteyen düşmanların,
hareketlerinde başarılı olmalarının kısmen engellenememiş olmasıdır. Eğer,
düşmanlar amaçlarına tümüyle ulaşmış olsalardı, Allah korusun, önergeye imza
koymuş efendilerin de, oturdukları yer sınır dışında kalabilirdi. Önergenin
aradığı şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş yıl aralıksız bir seçim bölgesinde
oturamamışsam, bu vatana verdiğim hizmetler nedeniyledir... Sanıyorum ki,
hizmetlerim nedeniyle milletimin sevgi ve yakınlığına ulaştım. Bu yakınlığa
karşılık, yurttaşlık haklarımdan yoksun bırakılmaya çalışılacağını, doğrusu hiç
düşünmemiştim. Yabancı düşmanların, çeşitli düzenlerle, beni ülkemdeki
hizmetlerden ayırmaya çalışacaklarını biliyordum. Ancak hiçbir zaman bu
Yüksek Meclis’te, iki üç kişi de olsa, aynı düşüncede insanların olabileceğini,
hatır ve hayalime getirmezdim. Bu nedenle, ben anlamak istiyorum; bu efendiler,
kendi seçim bölgelerindeki halkın düşünce ve duygularına tercüman mıdırlar?
Efendiler, beni yurttaşlık haklarımdan düşürme yetkisi, bu efendilere nereden
verilmiştir? Bu kürsüden; resmen, yüksek heyetinize, bu efendilerin seçim
bölgeleri halkına ve bütün millete soruyorum ve yanıt istiyorum”.21
dipnotlar
1 “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf. 248
2 “Çankaya” Falih
Rıfkı Atay, BATES A.Ş.,
İst.-1980, sf. 349
3 “Mustafa Kemal”
Benoit Méchin, Bilgi Yay.,
Ank.-1997, sf. 247
4 a.g.e. sf. 248
5 “Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay.,
İst.-1996, sf. 162
6 “Mustafa Kemal”
Benoit Méchin, Bilgi Yay.,
Ank.-1997, sf. 250-251
7 “Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay.,
İst.-1996, sf. 161
8 ”Atatürk” Lord
Kinross, Altın Kitaplar Yay.,
12.Baskı, İst.-1994, sf. 443
9 a.g.e. sf. 443
10 a.g.e.
sf. 443
11 “Atatürk” P.Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.253
12 a.g.e.
sf. 253-254
13 “Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay.,
İst.-1996, sf.161
14 “Atatürk” Lord
Kinross, Altın Kitaplar Yay.,
12.Baskı, İst.-1994, sf.444
15 “Mustafa Kemal” Benoit
Méchin, Bilgi Yay.,
Ank.-1997, sf.249
16 a.g.e. sf.249
17 “M.Kemal Atatürk’ten
Yazdıklarım” Afet İnan,
K.B.Y., Ank.-1981, sf.35
18 “Kemalist Eğitimin
Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay.,
3.Bas., 2001, sf.138
19 a.g.e. sf. 138-139
20 “Nutuk” M.K.Atatürk, 2.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1994, sf.969
21 a.g.e. sf.967
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder