Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi örgütlenmiş, büyük ve güçlü
ordular kurup bu orduları,
adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam biçimlerine olduğu
kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe bağlı bir sonuçtur. “Gelişkin”
toplumlar, gelişkin ordular
kurarlar. Bu konuda erişilen düzey, aynı zamanda, orduları içinden çıkaran toplumun
gelişkinlik düzeyinin de bir göstergesidir. Ortak bir ulusal istence dönüşen
savaşçılık ruhuyla, teknoloji geliştirme ve örgütlenme yeteneği, eski
Türkler’de kusursuz bir bütünlüğe ulaşmış ve bu yetenek, kuşaklar boyu süren
ulusal bir gelenek olmuştur.
Gelişkinlik Göstergesi
Türkler’in savaşkanlığı ve kurdukları orduların savaş
yeteneği, batılılarca genel olarak vahşetin, barbarlığın
göstergesi olarak ele alınır. Oysa yalnızca tarihte değil, günümüzde de
herkesin yaşayarak gördüğü bir gerçektir ki, ordu ve onun yarattığı güç,
birtakım içi boş duygular ve sanlarla elde edilemez. Bunun için; yüksek bir
eğitim, inanç sağlamlığı, teknolojik olanaklar ve bu olanakların arkasındaki
bilimsel-teknik gelişme gereklidir.
“Gelişkin”
toplumlar, gelişkin ordular
kurarlar. Bu konuda erişilen düzey, aynı zamanda, orduları içinden çıkaran toplumun
gelişkinlik düzeyinin de bir göstergesidir. “Çadırda yaşayan”, “tarımı
bilmeyen” ya da “bir şey üretemeyen” bir toplumun, tarihin
hemen her döneminde ve geniş alanlarda uzun süren egemenlikler kurması,
buradaki toplumları içinde eritebilmesi olanaksızdır. Günümüzde,
teknolojik üstünlüğe sahip ordularıyla
övünen ve bu orduları
uygarlıklarının doğal ürünü olarak kabul eden Batılıların, konu Türk tarihi ve ordusu olduğunda içine düştüğü çelişki, kuşkusuz
bilimin değil, siyasi propagandanın ilgi alanına giren bir konu olmalıdır.
Türkler’in yüksek disiplinli, donanımlı, iyi
örgütlenmiş, büyük ve güçlü ordular
kurup bu orduları, adeta bir yenilmezlik efsanesine dönüştürebilmeleri; yaşam
biçimlerine olduğu kadar, kuşkusuz teknolojik gelişkinliğe bağlı bir sonuçtur.
Ortak
bir ulusal istence dönüşen savaşçılık ruhuyla, teknoloji geliştirme ve
örgütlenme yeteneği, eski Türkler’de kusursuz bir bütünlüğe ulaşmış ve bu
yetenek, kuşaklar boyu süren ulusal bir gelenek olmuştur.
Roma ve Türkler
Batılılar için Roma İmparatorluk ordusu, tarihin
gördüğü en disiplinli, en güçlü ordudur. Teknolojik donanımına, savaşkanlığına
ve vurucu etkisine hala hayrandırlar. Amerikalı komutanlar, ordularının,
Roma’daki gibi bir dünya ordusu olmasıyla övünürler ve kendilerini Romalılar
gibi dünya egemeni olarak görürler.
Geçmişte birçok Batılı düşünür, Roma ordusunu Türk
ordusuyla kıyaslamış ve bu kıyaslama kimi zaman hayranlık belirtisi, kimi zaman
da “korkutucu olan Türk gücene” karşı önlem alınması istemiyle
yapılmıştır.
Venedikli Francesco Sansovino, 1560’da yazdığı Türk
İmparatorluğu’nun Kökeni ve Tarihi adlı kitabında; Osmanlı
İmparatorluğu’nun, “büyük bir millet olan Türklerin tarihsel mirasını
taşıması nedeniyle incelemeyi en çok hak eden ülke” olduğunu söyler ve şu
görüşleri dile getirir; “Eğer Türkler’in iç ve dış işlerini ve askeri disiplinlerini
iyi gözlemlersek, Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, Romalılar’ın
bağlılık ve buyruğa uyma yeteneğinin bu ırka geçtiğini öne sürebiliriz”. 1
Aynı
yazar, Türklerin Kıbrıs’ı alması nedeniyle, konuyu ele alan Annali
Turchesehi adlı bir inceleme yayınlar. Sansovino’nun amacı Türkler’e
duyduğu hayranlığı dile getirmek değil, Türk ilerleyişinin nasıl önlenebileceği
konusunda ülkesini uyarmaktır. Bu kitapta şu görüşleri ileri sürer: “Ordularını
ve yönetim düzenlerini gözlemlediğimde Türk milletinin heybeti ve gücünün, ne
kadar çok incelenmesi gerektiğini görüyorum. Günümüz orduları içinde, askeri
disiplin ve ordu düzeni açısından Romalılar’a en yakın millet Türkler’dir. Aynı
onlar gibi; savaşlarda zorluklara katlanır, her türlü zorluk karşısında
sabrederler; önderlerinin buyruklarına uyarlar, zafer ve fetih konusunda
inatçıdırlar. Ordu, zafer kazanmak için gerekli olan herşeyi, hiçbir güçlük
karşısında geri adım atmadan yerine getirir. Ülkenin iç huzurunu sağlamak için,
bozgunculuk çıkaran kim varsa, onların hakkından gelir; hızla adaleti ve barışı
sağlar. Umarım ki; yazdıklarım okunur ve insanlarımız, durdurulamaz bir yangın
gibi Hıristiyanlık dünyasını yakmak için ilerleyen bu ateşin nasıl doğduğunu
görür ve onları durduracak çareyi bulur”. 2
“Ordu Millet”
Eski Türkler’in kurduğu ordularda, asker sayısının
genel nüfusa oranı, başka hiçbir kavim ya da millette görülemeyecek denli
yüksektir. Ordu’nun temel gücünü doğal olarak genç nüfus oluşturur; ancak
gerektiğinde yaşlılar, kadınlar ve hatta çocuklar da savaşa katılırlar. Her
yaştan insan, savaşta ölmeyi hastalıktan ölmeye yeğler; savaşmayı, ülkeyi ve
kavmi korumanın kendilerine yüklediği bir görev olarak görürdü. Bu uğurda
ölmek, onlar için “görevini yerine getirmenin en ihtişamlı biçimi” ydi. 3
Yaşama tutkuyla bağlıydılar. Dünyayı severler, ölmekten
“nefret” ederlerdi ancak millet varlığına yönelen bir tehlike söz konusu
olduğunda, ölmekten hiç çekinmezlerdi. Bir gelenek halinde, iç içe geçerek
günümüze dek gelen bu ikili davranış, kalıcılığı olan bir toplumsal ahlak ve bu
ahlak’a dayanan bir ulusal bilinçti. Başka toplumlar, özellikle
batılılar, her zaman ve kolayca eyleme dönüşen bu bilinç karşısında şaşkınlığa
düşmüşler, kimi zaman korku kimi zaman da hayranlıklarını gizlememişlerdir.
Fransız
gezgin Guillaume de Rubrouck, Orta Asya bozkır askeri için;
“yiyecekleri olmadığında bir iki gün hiçbir şey yemezler ve hiç
sabırsızlanmazlardı. Sanki tıka basa tokmuş gibi dans etmeğe, şarkı söylemeye
ve çarpışmaya hazırlanmaya devam ederlerdi” der. 4 Venedikli
gezgin Marko Polo, Rubrouck’la aynı kanıdadır ve Türk askeri için
İl Milione adlı ünlü gezi kitabında şunları yazmıştır: “Göçebe
askeri, koca bir ay boyunca yalnızca kımız içerek ve avladığı hayvanların
etiyle beslenerek yaşayabilir ve savaşa her an hazır olurdu. Bunlar dünyada en
çetin şartlarda çalışan, yorgunluğa en fazla dayanan insanlardı ve çok azla
yetinirek yaşayabilirlerdi”. 5
Günümüz Değerlendirmeleri
Batılılar’ın
Türk askeri için yaptığı bu tür değerlendirme çoktur. Konu; savaşma yeteneği,
dayanıklılık ve disiplin olduğunda özellikle askerler, savaş alanlarında
gördüklerini, aynı hayret ve saygılı şaşkınlıkla, günümüzde de dile
getirmektedirler.
I.Dünya
Savaşı’nda, Arapları Türk Ordusuna karşı ayaklandırıp binlerce askerin ölümüne
neden olan, İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence bile, Türk karşıtı
savlarla dolu anılarında şunları yazacaktır: “Anadolu Türk’ü dünyadaki en
inatçı savaşçıydı. Kazım tekniğinde şahane yeteneğe sahip olduğu siperin içine
bir kez yerleştikten sonra, artık yerinden oynatılması olanaksızdı.
Cephelerinin yarısı çöktüğü halde geri çekilmez, olduğu yerde direnmeye devam
ederlerdi; sert disipline sahip bu erler, muhteşem bir düşmandı... Günlerce
yürüyüş yapma gücüne sahiptirler... Kente girdiklerinde sırtları çantalı olarak
bin kilometre yürüyen askerlerin postalları parçalanmış durumdaydı; yine de
trampetin ritmine uyarak disiplin içinde yürüdüler. Türk askerlerinden biri,
daha sonra, tutsak bir İngiliz subayının postalını, parçalanmış olan
kendisininkiyle değiştirmeye kalktığında, bir Türk subayı derhal müdahale etti;
postal geri verildi. Türk subay askerin yüzünü tokatlamaya başladı. Asker
hazırolda duruyor ve her tokattan sonra selam veriyordu. Bu disipline hepimiz
hayran kaldık”. 6
Çanakkale
Savaşlarında, İngilizler’in Karma Kolordu Komutanı General William Birdword
ise Türk askerinin savaşkanlığı konusunda şunları söyleyecektir: “Türk
askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş anında müthiş cesaret ve
fırtınalar yaratan; ateş kesildiğinde onun kadar iyi yürekli, yumuşak kalpli,
düşmanın yaralarını saran bir asker yeryüzünde görülmemiştir”. 7
İngiliz
Generalin Türk askeri için kullandığı, “savaşta vatanı için gözünü kırpmadan
ölen”, ateş kesildiğinde ise “son derece iyi yürekli ve düşmanın yaralarını
saran” biçimindeki tanımlama; Türkler’le savaşmış olan başka yabancı
komutanların da sıkça dile getirdiği bir konudur.
Çanakkale
Savaşlarında, Fransız kuvvetlerine komuta eden General Gourot anılarında,
cephede yaşadığı bir olayı anlatır ve şunları söyler: “Ateşkes yapmış, ölü
ve yaralılarımızı topluyorduk; her yer kan içindeydi. Az önce ağır bir süngü
savaşı yapılmıştı. Bu sırada gördüğüm bir olayı, yaşamım boyunca unutmama imkân
yoktur. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini
yırtmış, onun yaralarını sararak, kanlarını temizliyordu. Türk askerine
çevirmen aracılığıyla ‘niçin biraz önce öldürmek istediğin askere şimdi yardım
ediyorsun’ dedim. Bitkin durumdaki asker şu karşılığı verdi, ‘bu Fransız
yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı, birşeyler
söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim anam babam, hiç kimsem
yok. İstedim ki o kurtulsun, anasının yanına dönsün.’ Gözlerim yaşarmıştı, emir
subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm şeyden gözyaşlarımın
donduğunu hissettim. Çünkü bu askerin göğsünde, bizim askerinkinden çok daha
ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkılmıştı. Az sonra
ikisi birden öldüler”. 8
Antik Çağ’da Söylenenler
M.Ö.5.yüzyılda
yaşayan ve “geleneksel tıbbın babası” sayılan ünlü bilgin, İstanköy’lü Hippokrat,
Türkler’in özgürlüğe düşkünlükleri ve savaşkanlıkları konusunda “Türkler
birbirine benzerler ve başkaca hiçbir millete benzemezler” der. 9
Başka bir
ünlü Antik Çağ hekimi Bergamalı Galenos Klaudios M.S.2.yüzyılda
şu saptamada bulunur: “Türkler’de, erkek gibi kadınlar da son derece cesur
ve savaşçıdır, öylesine ki; kollarını güçlendirmek, iyi ata binmek ve ok
atabilmek için sağ göğüslerini keserler. Diğerini kesmemelerinin nedeni, çocuklarını
emzirebilmek ve büyütebilmek, böylece nüfus artışını ve kuşakların sürmesini
sağlayabilme amacıdır”. 10
Disiplin ve Bağlılık
Savaşlara,
çoğu kez halkın tümünün katılması, ordu örgütlenmesinde disiplini
gevşetecek bir sonuç doğurmaz ve orduya katılım, başka hiçbir toplumda
görülmeyen düzeyde gönüllülüğe dayanır. “Hiçbir askere ücret ödenmez,
hiçbiri paralı asker değildir, kimse kimseyi zorlamaz, herkes savaşa isteyerek
katılır; Türk ordusu ayağa kalmış bir halk, yürüyen bir ulustur”. 11
Babalar
ve askere gitmeyen kardeşler, neleri varsa askere giden oğullara ya da
kardeşlere verir ve kendilerini “yoksulluk içinde yaşamaya” hazır
tutarlar. Aileler, devletin herhangi bir
istemi olmamasına karşın, çocuklarının giyim ve gıda gereksinimlerini karşılar,
askere öyle yollar. 12
Ordu
sefere çıktığında büyük şenlikler düzenlenir, bayram gibi kutlanır. Günümüzde
askere giden gençlerin coşkuyla uğurlanması, bu törenlerin bugüne dek gelen bir
uzantısı olsa gerekir.
Orduyu oluşturan insanlar, kişiselliği aşan ortak bir
ülkünün, duygulu birlikteliğine sahiptir. Ancak, ordu örgütlenmesinde,
duygusal olmayan yüksek bir disiplin ve gerçekçilik egemendir. Bütün birimler
neyi, ne zaman ve nasıl yapacağını iyi bilir, bütünlük ve dayanışma esastır.
Tarihte
ilk kez, her birinin başında kendi komutanı olan 10, 100, 1000 ve 10.000’li
birimler halinde Türkler örgütlenmiştir. Onbaşı, yüzbaşı, binbaşı
ve tümenbaşı tanımları bu düzenlemeden gelir. 13
Bu
tanımlar, Orta Asya’dan geldikleri artık kanıtlanmış olan Sümerler tarafından
da, üstelik kapsamı genişletilerek kullanılmıştır. M.Ö.üç binlerde, içinde
binden çok işçi çalışan dokuma atölyeleri kuran Sümerler, buradaki
işçileri onluk ve yüzlük kümelere ayırıyor, başlarına koydukları görevlilere onbaşı
ve yüzbaşı diyorlardı. 14
Yapılanma
Türk ordularında birlikler,
merkezinde genel komutanlığın bulunduğu iki kanat olarak yapılanır; her iki
kanatta birlik komutanlarından ayrı olarak, ordunun bütünlüğünü sağlayan
deneyimli başka komutanlar da vardır. Birlikler arasında ve özellikle
birliklerle komuta merkezi arasında kurulan iletişim ağı mükemmeldir.
Askeri örgütlenmede geliştirilen
yöntemlerle Türkler, o dönemlerde hiçbir ulus ya da devletin düşünemeyeceği
büyüklükte ordular kurdular, bu orduları çok uzak yörelere, tüm gereksinimlerini
karşılayarak götürmeyi başardılar. Orta Asya On-Ok Türkleri, 300 bin
kişilik bir orduya sahipti ve 100 bin kişiyi bir günde savaşa sürebiliyordu. Bu
sayılar o dönemdeki nüfus yoğunluğu göz önüne alındığında inanılması güç
sayılardır. 15
Savaş Teknikleri
Eski
Türklerin geliştirdikleri savaş teknikleri, o dönemdeki en güçlü orduların bile
hiçbir biçimde baş edemediği taktikler içeriyor ve ordularını yenilmez
kılıyordu. Türklerle savaşmak zorunda kalanlar, karşılaştıkları ordunun
büyüklüğü yanında, bu denli büyük bir ordunun gösterdiği çabukluk ve hareket
yeteneği karşısında şaşkına dönüyor, gönülgücünü (moralini) önemli oranda
yitiriyordu.
Fransız
tarihçi Jean Poul Roux Orta Asya ordularının niteliği ve
geliştirdiği savaş teknikleri konusunda şu saptamayı yapmaktadır: “(Bunlar
y.n.) dünyanın en iyi askerleridir. Orduları en iyi süvariye, en çok sayıda
ve en iyi silahlara sahiptir. Askerler görülmedik bir güce sahiptir ve uzun
süre yemek yemeden, su içmeden ya da uyumadan ayakta kalabilirler. Şefini benimsediğinde
disiplinli ve uyumludurlar. Nereye ne zaman saldıracağını bilirler... Yalnızca
yerlerini bildiğinizde onlara saldırabilirsiniz, yine de her an ortadan
kaybolabilirler... Önce olabildiğince çarpışmadan uzak dururlar. Düşmanları
karşılarına çıktığında, dörtnala onlara saldırırlar; sonra onların atış alanına
girdiklerini görünce, ani bir geri dönüş yaparlar ve gerisin geriye giderken
oklarını omuzlarının üstünden geriye doğru fırlatırlar. Çinliler, Uygurlar’ı ‘hızlıdırlar
ve kolay yakalanmazlar; hareket halindeki birliklerin çevresinde vızıldayan
böcekler gibi dolaşarak hırpalarlar’ sözcükleriyle anlatırlar... Yenilmek ve
teslim olmak gibi bir şeyi düşünmezler... Köşeye sıkıştıklarında ya da yenilmek
üzereyseler kaçıp uzaklaşırlar ve yeniden savaşmak için hızla toparlanırlar.
Peşlerine düşenleri, uçsuz bucaksız bozkırlarda, çok yıpratıcı bir kovalamaca
içine sokarlar”. 16
Komutanlar
Orduda görev alan komutanların yönetim yeteneği ve savaş
bilgisi, her zaman ileri düzeydedir ve öyle olmak zorundadır. Orduda yükselmek
ve en üst yere gelmek, her subayın tutkuyla bağlı olduğu bir amaçtır, ama bu
işi başarmak kesin olarak bilgili ve bilinçli olmaya bağlıdır. Her subay “taktik
bir deha” 17 iyi bir komutandır.
Ordu
saldırıya geçtiğinde, komutanlar önce kendilerini belli etmezler ancak
kendilerini belli etmeleri gerektiğinde de, koşullar ne olursa olsun ortaya
çıkar, öne geçerlerdi. Ancak, olası ölümlerinin askere olumsuz etki yapmasını
önlemek için böyle durumlarda, üst komutanlardan bir bölümü arka planda
bırakıp, savaşı onlara izletirlerdi. 18
Eğitim ve Donanım
Ordunun gücünü ve savaş yeteneğini geliştiren temel dayanak;
eğitim, inanç ve bilinçle yetiştirilmiş insan unsuruydu. Ancak kuşkusuz sınırlı
değildi.
Savaş
teknolojisi alanında birçok ilk, Türkler tarafından gerçekleştirilmiş ve
ordu bu teknoloji ile donatılmıştı. Savaş arabaları, demirden
çift üzengi, üzengi aracılığıyla atın savaş aracı haline
getirilmesi, maden-deri karışımlı zırh, ses çıkaran döner oklar,
kundaklı yay, eğik uçlu hançer, süvari düşürücü mızraklı
kement, Türkler tarafından bulunmuş ve etkili biçimde kullanılmıştır.
Savaş Arabaları
Atlı
arabaların sivil ya da askeri amaçla kullanılması, Orta Asya’da çok eskiye gider. Araba
kullanımında, M. Ö.1200-700 arasını kapsayan Karasuk Kültürü döneminde o
denli ileri gidilmişti ki 19 özellikle savaşlarda kullanılan
arabalar, çağının başedilmesi olanaksız teknoloji harikaları haline
getirilmişti.
Hızlı
atların çektiği hafif savaş arabalarını kullanan usta okçular, karşılaştıkları
orduları, hemen hiç zarar görmeden ok yağmuruna tutabiliyordu.
Dörtnala
sürülen arabalar ve uzun aralıklı yoğun ok atışlarıyla, tek saldırı birkaç
saldırı gibi gösteriliyor ve daha sonra tüm savaş arabaları belirlenen hedefe
yöneltilerek düşman ezilip geçiliyordu.
Orta
Asya’da M.Ö.17.yüzyıllarda kullanılan
savaş arabalarının sağladığı üstünlük, günümüzde tank birliklerinin, desteksiz
piyade karşısındaki üstünlüğü gibiydi. 20 Savaş arabalı birlikler; devingenlik,
atış gücü ve korunma gibi önde gelen üç önemli niteliğe birden sahiptiler.
Bu
tür birliklere sahip olmak, çok pahalı olmasının yanısıra, özellikle maden
işletmeciliği, zırhlar, at yetiştiriciliği ve eğitimi,
tunç silahlar, doğramacılık ve deri işleme alanlarında
ileri bir teknolojiyi gerekli kılıyordu. 21
Atlı
arabalar yalnızca hafif savaş arabaları değildi. Gerek askeri ve gerekse
sivil amaçla kullandıkları çok büyük arabalar da yapmışlardı. Altaylar’da Pazırık kazılarında bulunan
ve eski dönemlere ait bir araba’nın,
tekerleklerinin çapı 2.15, yüksekliği 3, genişliği ise 3.35 metredir. Çinliler,
kullandıkları arabaların yüksekliği nedeniyle Türklere “yüksek arabalılar”
adını vermişlerdi. Avrupa Orta Çağ gezginlerinden Rubrouck, 13.yüzyılda
Orta Asya’da bu arabaları ilk kez gördüğünde “koca bir şehrin, üzerime
geldiğini sandım” diye yazacaktır. 22
Özengi ve Önemi
Altaylı
Türkler’in bulduğu demirden çift üzengi, dönemin savaş teknolojisi için
gerçek bir devrim niteliğindedir. Eyer’e bağlanan ve iki yana sarkıtılan üzengi, süvarinin
yalnızca ayaklarını kullanarak, atın üzerinde sağlam durmasını sağlamakla
kalmıyor; onun vuruş gücünü, atın hızına bağlı olarak arttırıyor ve süvariye
olağanüstü bir devimsellik (dinamizm) kazandırıyordu.
Süvari
mızrak kullanıyorsa, mızrağı yalnızca sıkı sıkıya tutuyor, darbenin gücünü
dörtnala koşan at sağlıyordu. Üzengi ayrıca her yöne ok atmayı
kolaylaştırıyor ve süvarinin zırh giymesine olanak veriyordu. Madeni başlık
ve zırh, ilk kez Türk süvariler tarafından bu buluş sayesinde
kullanılmıştır. 23
Yezit İbn Mezit adlı Arap yazarı, at’ı bir savaş aracı durumuna getiren Türk
süvarilerinin yetenekleri konusunda şu saptamayı yapar; “Türklerin vücudu,
at ve eyer üzerinde hiç ağırlığı yokmuş gibi durur. Arap süvariler
önlerindekini bile göremezken, Türk süvariler arkadan gelebilecek şeyleri bile
görürler, Türk süvarisi kendisini aslan, bizi av, atını da ceylan sayar.
Ellerini bağlayıp derin kuyuya atsalar, bunlar kendi kendilerine, hem de hile
yapmadan çıkıp kurtulurlar. Korkmaz ama korkuturlar. Almak istediklerini
almadıkça ellerini çekmezler. Bir işin üzerine düşerlerse başarılı oluncaya
kadar durmadan çalışırlar. Olmayacak işlere de hiç girişmezler”. 24
Atı, savaşlarda Romalılar da kullanmıştı. Ancak, onlar atı
savaş makinası olarak kullanmayı bilmiyor, ondan yalnızca ulaşım aracı
olarak yararlanıyordu. Süvariler, at’la
savaş alanına dek gidiyor, savaşmak için orada attan iniyordu. 25 Bunun
dışında at, savaş donanımları ve gıda maddelerinin taşınması için
kullanılıyordu.
DİPNOTLAR
1
“Türkler” Stéphane Yerasimos, Doruk Yay., 2002, sf.25
2
a.g.e. sf.26
3
“Orta Asya” Jean–Paul Roux, Kabalcı Yay., 1999, sf.41
4
a.g.e. sf.46
5
a.g.e. sf.46
6
“Bedevi, Lawrens, Arap, Türk” Orhan Kologlu, Arba Yay., 1993 İst., sf.71–72
7
İleti Dergisi, Mart–Nisan 2003, Yıl 7, Sayı 82, sf.3
8
“Kan Çiçekleri” M.İhsan Gençcan Bayrak Mat., 5.Bas., 2001, sf.13–14
9
“Arap Milliyetçiliği ve Türkler” Prof.İlhan Arsel Kaynak Yay., 6.Bas. 1999,
sf.152
10
a.g.e. sf.153
11
“Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay, 1994, sf.41
12
“Türk Kültürünün Gelişme Çağları” Prof.Dr.Bahaeddin Ögel, Türk Dünyası
Araştırma Vakfı, 1988, sf.240
13
“Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 1995, 1.Cilt, sf.440
14
“Ortadoğu Uygarlık Mirası–2” M.İ.Çığ, Kaynak Yay., İst.–2003, sf.163-164
15
“Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay, 1994, sf.40
16
a.g.e. sf.38–40
17
a.g.e. sf.40
18
a.g.e. sf.40
19
“Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 1995, 1.Cilt, sf.300
20
“Dünya Tarihi” William H.Mc.Neil, İmge Yay., 5.Bas., 2001, sf.84
21
a.g.e. sf.84
22
“Orta Asya” Jean Paul Roux, Kabalcı Yay, 1994, sf.50
23
“Osmanlı Toplumsal Düzeni” Prof.Taner Timur, İmge Yay., 3.Bas., 1994,
sf.43–44
24
“Tarih IV, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas.-2001, sf.272
25 “Histoire de
Hocam teşekkürler
YanıtlaSilSağol Salih.
YanıtlaSil