Kuzey Amerika göçmenleri, 4 Temmuz 1776’da, İngilizlere
karşı bağımsızlıklarını ilan ettiler ve yeni bir devlet kurdular. Kurulan
devlet büyük toprak sahiplerine, ticaret ve daha sonra sanayi kentsoyluluğuna
ve mali-sermaye egemenliğine dayanıyordu. ABD’yi bir anlamda bunlar
kurmuşlardı. Birleşik Devletler anayasasını hazırlayanlar; köle çalıştıran büyük toprak sahipleri, zengin tüccarlar ve bankerlerdi.
Anayasaya biçim veren Alexander Hamilton
(1755-1804), ABD’nin bankacılık sistemini ve mali örgütlenmesini kuran kişiydi.
İlk Başkan George Washington
(1732-1799), çok geniş topraklara sahipti ve ABD’nin “en zengin” insanıydı. Öldüğünde 314 kölesi vardı.(x)
Yönetim Anlayışı
Massachusetts’ın
ilk valisi John Winthrop, yeni dünyanın insanlık için eşsiz bir örnek, “bir tepenin üzerindeki kent” olduğunu
söylüyordu. Thomas Paine için
Amerika “insanlığın sığınağı”ydı.
18.Yüzyıl ortalarında Horace Greeley,
“Batı’ya git genç adam ve ülkenle
birlikte büyü” diyordu. Tarihçi James
Oliver ise şunları söylüyordu: “Tanrı’nın
eli onları Batı’ya sürdü ve onlar beraberlerinde en iyi şeyleri; uygarlığı,
eğitimi, refahı, cumhuriyetçi hükümeti ve demokrasi ideallerini getirdiler.
İşsiz ve boş bir kıtayı, yeryüzündeki en özgür bir halkın erdemi ve
kurumlarıyla doldurdular. Efsane ve rüya, işte buydu”.
Söylenenler
ne kadar doğrudur? Amerika gerçekten “insanlığın
sığınağı” mıydı? Buraya gelenler “refah” ve “demokrasi” mi getirdiler? “İşsiz ve boş kıtayı” yeryüzünün “en özgür” yeri mi yaptılar?
Amerikan
siyasi düzeni, günlük dilde sürekli kullanılan ancak kullanıldığı oranda ondan
uzak durulan ve “demokrasi” olarak tanımlanan bir anlayış üzerine
kuruludur. Önseçimler, gösterişli seçim kampanyaları, partiler arası politik
çekişme ve sandık; demokrasisi ve özgürlüğün kanıtları olarak
sunulur.
Oysa gerçek farklıdır.
Başkanlık seçimleri, milletvekilleri ve senatörler, seçim büroları, partiler ya
da gösterişli binalarıyla meclisler; birçok kişiye, katılımcılığın göstergeleri
ve demokrasinin yerleşik kurumları gibi gelebilir. Ancak, bu kurumların
oluşturduğu siyasi işleyişin içine girildiğinde, bambaşka bir dünyayla karşılaşılır.
Sistemin
Kökeni
Amerika
Birleşik Devletleri, 18.yüzyıl sonlarında kurulduğunda, yönetim
işleyişini İngiltere’den almıştı. Amerikan siyasi düzeni, İngiltere’de kurulmuş
olan iki partili sistemden ayrımlı değildi. Siyasi düzenin; örgütsel
yapısı, işleyişi ve denetim biçimi kendine özgü kimi özellikler içeriyordu.
Ancak, yönetim gücünü ele geçirme, onu koruma ve sınıfsal çıkarlar için
kullanma konusunda, İngiltere’deki geçerli olan anti-demokratik anlayış hemen
aynısıyla korunuyordu.
Amerikan
demokrasisinin temeli sayılan Virginia İnsan Hakları Bildirisi
(1776), yüzyıl önce İngiltere’de yayınlanan Haklar Bildirisi’nin (Bill of Rights-1689) adeta
yinelenmesi gibiydi. Virginia Bildirisi’nin 6, 9 ve 13. başlamları (maddeleri), Haklar Bildirisi’nin 4, 6 ve 11. başlamlarının aynısıydı
ve bu başlamlarda şunlar söyleniyordu: “Kamu yararı için, kendisinin ya da
seçtiği temsilcilerin onayı olmadan, kimse ne vergi ödemeye zorlanabilir ne de
mülkü elinden alınabilir... Hiç kimseden aşırı kefalet akçesi istenemez, hiç
kimseye zulüm sayılabilecek para cezası verilemez... Barış zamanında sürekli
ordular bulundurmak, ülkenin iç özgürlüğü için tehlikeli sayılmalı ve bundan
kaçınılmalıdır... Herkes, dinin gereklerini yerine getirme hakkına sahiptir;
birbirlerine karşı Hıristiyan sabrını, sevgisini ve merhametini göstermek
herkesin görevidir”.1
Siyasi yapılanma konusunda İngiltere ve ABD arasındaki benzerlik, kapitalist üretim ilişkilerinin her iki ülkede benzer düzeyde gelişmiş olmasına bağlıdır. 17.Yüzyılda Amerika'ya gelmeye başlayan Avrupalılar arasında, İngilizler çoğunluktaydı ve burada kurulan toplumsal düzene onlar biçim verdiler. İngilizler, ülkelerindeki kapitalist gelişimin sonuçlarını Amerika'ya taşıdılar. Burada bilgi ve görgülerine uygun bir düzen kurdular. Bu düzen doğal olarak, İngiltere'deki düzenin küçük ölçekli bir benzeriydi.
Batmış zanaatçılar, tüccarlar,
küçük mülk sahipleri, Anglikan Kilisesinin göçe zorladığı değişik inançtan
kişiler, III.William’ın sınırdışı ettiği meşrutiyetçiler
(jacobiteler), parlamento yanlılarınca (Round head) kovulan askerler,
II.Charles’ın ülke dışına çıkardığı tarikatçılar (Priyenler),
Amerika’da oluşturdukları kolonilerle, İngiltere’nin bir benzerini kurdular.
Kölecilik
İngiltere’de
bol olan, işçileşen ve işçileşmeyi bekleyen yoksul köylüler Amerika’da yoktu.
Amerika’nın, özgürlüğe tutkun yerli halkı kızılderililer, köle ya da ücretli
işçi durumuna getirilemiyordu. Emeğinden yararlanılacak insan gereksinimi;
Avrupa’dan gelen/getirilen yoksul köylüler, kanun kaçakları, mahkûmlar, ama
özellikle de Afrika ve Batı Hint adalarından getirilen zenci kölelerle
karşılanmaya çalışıldı.
1619-1760
arasında, Amerika’ya 400 bin köle getirildi.2 Bunlar, İngiltere’de
toprağından koparılan “serflerin” yaptığı işin benzerini, ayrımlı
biçimde Amerika’da yaptılar. Tarım, ticaret ve sanayinin gelişiminde köle emeği
yoğun biçimde kullanıldı ve bu kullanım, Antik Çağ köleciliğinden başka,
yapay ve belki de daha acımasız bir insan ticaretiydi.
Amerika’da Antik Çağ
köleciliği yaşanmadığı için, doğal olarak onun sonucu olan feodalizm de
yaşanmadı. Batı Avrupa’da binlerce yılda oluşan toplumsal birikim, ayakta kalan
ve kullanılabilen sonuçlar olarak Amerika’ya taşındı. Ekonomik ve sosyal alanda
olduğu gibi siyasi alanda da, aynı sınıfsal egemenliğe dayalı toplumsal bir
düzen ortaya çıktı.
Birleşik
Devletleri Kuranlar
Amerika’da kurulan
düzen; büyük toprak sahiplerine, ticaret ve daha sonra sanayi kentsoyluluğuna
ve mali-sermaye egemenliğine dayanıyordu. Birleşik Devletler anayasasını
hazırlayanlar; köle çalıştıran büyük toprak sahipleri, zengin tüccarlar ve
bankerlerdi.
Anayasa’da;
demokrasiden, eşitlikten, kardeşlikten bolca söz ediliyordu. Ancak; bağımsızlık
savaşına katılan halk kesimlerinin, küçük çiftçilerin ve sanayi merkezlerindeki
işçilerin; ekonomik ve siyasi çıkarları konu edilmiyordu. Onlar, ustalıklı
yöntemlerle yönetim yapılarından uzak tutuluyordu.
Köleci mülk sahipleri ile ticaret ve sanayi
zenginleri, kurulmakta olan yeni devleti, daha “işin başında” ele
geçirmişler ve toplum üzerinde kuracakları egemenliği güvenlik altına almayı
başarmışlardı. Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirisi şu sözlerle
bitiyordu: “Bu bildirinin korunması için, Tanrı’nın inayetine tam bir
güvenle; yaşamlarımız, servetlerimiz ve en kutsal varlığımız olan
onurumuz üzerine and içeriz”.3
Seçme
ve Seçilme Hakkı
Amerikan Anayasası,
seçme ve seçilme hakkını, İngiltere’de olduğu gibi, mülk sahibi beyaz erkeklere tanıyordu. Kadınlar,
mülksüz beyaz erkekler, zenciler ve köleler oy
veremiyor ve aday olamıyordu (kadınlara oy hakkı 1919’da tanınacaktır).4
Anayasanın kendisi, halkın siyasi temsil hakkını
engelleyen bir belge, kabul edilmesi ise anti-demokratik bir darbe gibiydi.
George Washington, 1796 yılında yaptığı veda konuşmasında,
devletin ve anayasada karşılığını bulan yönetim biçiminin kendileri açısından
taşıdığı önemi ve nasıl korunması gerektiğini açık bir biçimde ortaya
koyuyordu: “Yarattığımız yönetimin ayakta durabilmesi için onun üzerine
titremeniz, bu yönetimden en ufak bir kuşku belirtisi gösteren herşeye karşı
dikilmeniz, ülkemizin herhangi bir bölümünü diğerlerinden ayırmak ya da tümünü
bir arada tutan kutsal bağları gevşetmek için yapılacak her girişimi daha
doğarken önlemeniz son derece önemlidir…”5
İki
Eğilim
Anayasanın
hazırlanması ve onaylanıp yürürlüğe sokulması aşamasında, yönetim biçimiyle
ilgili iki farklı yaklaşım ortaya çıkmıştı. Hazine Bakanı Alexander Hamilton’un
başını çektiği Federalistler, güçlü ve merkezi federal hükümet
istiyordu. Bağımsızlık Bildirisi’yle Virginia Anayasası’nı yazan
Dışişleri Bakanı Thomas Jefferson’un (1743-1826) temsil ettiği Cumhuriyetçiler ise, yetkileri sınırlı bir hükümet
ve daha gevşek bir yönetim yapılanmasını savunuyordu.
Oligarşik
İngiliz düzenini savunan Hamilton’u, Kuzeydoğulu armatörler, büyük
tüccarlar ve işletme sahipleri; tarımı öne çıkaran bir fizyokrat (ekonomik
düzeni insanların değil doğal yasaların belirlediğini ileri süren görüş) olan Jefferson’u
ise güneyli büyük toprak sahipleri ve çiftçiler destekliyordu.
Egemenler arasındaki çıkar
çekişmesine dayanan ve halkı içine almayan her iki eğilim, siyasi düzenin
sınıfsal niteliği konusunda ayrımlı düşünmüyor ancak yönetimden daha çok pay
alabilmek için, halkı yanıltan yapay bir yarış içine giriyordu.
Halksız
Demokrasi
Bağımsızlıktan
hemen sonra ortaya çıkan Federalist-Anti Federalist ayrışmasının,
Amerikan halkı için önemli bir anlamı yoktu. İçinde yer almadığı, güçlüleri
temsil eden (ve günümüze dek süren), iki partili siyasi bir düzen kuruluyor ve
onun, bu düzende oy vermekten başka bir işlevi olmuyordu. Halk, en başta
siyaset dışında bırakılmıştı.
Buna karşın, Amerika Birleşik
Devletleri’nin iki yüz yıllık tarihi boyunca, sürekli olarak halkçılıktan söz
edilmiş ve Amerika’nın, demokrasinin gerçek vatanı olduğu ileri sürülmüştür.
Siyasi
Süreç
19.Yüzyılın
ilk çeyreğinde, kuruluş dönemindeki oligarşik yapılanmaya tepki olarak, demokratik
istem ve açılımlar ortaya çıkmaya başladı. Demokratların, ulusal kahraman
haline gelen lideri Andrew Jackson, 1828 yılında başkan oldu ve büyük
sermaye egemenliğini sınırlayarak halkın siyasete katılmasına olanak sağlayacak
bir takım yasalar çıkardı.
Jackson
yasaları, düzenin belirlediği sınırları kuşkusuz aşmadı ancak o dönem
Amerikan toplumunda demokratik bir canlanma yarattı. Bu dönem, Amerikan
tarihinde halkın siyasete en çok katıldığı, bu nedenle politik olarak en
bilinçli olduğu dönemdir. O günlerde iki parti dışında yeni partiler kuruluyor,
gazeteler çıkarılıyor ve seçime katılım oranları sürekli yükseliyordu.
Demokratik canlanma dönemi
uzun sürmedi. Anayasada yer alan ve devlet gücünü temsil eden baskıcı anlayış,
tekelleşme eğilimini başından beri içinde barındıran Amerikan kapitalizmine
egemendi. Siyasi düzen, büyük sermayenin korunup kollanması üzerine kuruluydu
ve Amerikan siyasetinde, halkı da içine alan demokratik bir işleyişin yeri
yoktu. Bu nedenle, demokratik açılım çabası, demokrasiyi geliştirmek
yerine, egemen sınıflar arasındaki çıkar çekişmesini yoğunlaşarak, ülkeyi hızla
bir iç çatışmaya sürükledi.
Kuzey-Güney
Çelişkisi ve İç Savaş
19.Yüzyıl
ortalarında, Kuzey’in gücünü giderek arttıran sanayi ve banka sermayesi ile
Güney’in köle çalıştıran büyük çiftlik sahipleri arasındaki çıkar çekişmesi,
geleneksel boyutunu aşarak şiddetlendi. Sınai, mali ve siyasi gücünü giderek
arttıran Kuzey’in sanayicileri, işgücünden yararlanmak için köleciliğin
kaldırılmasını isterken; sanayileşmeye ayak uyduramayan Güneyli büyük toprak
sahipleri, köleciliğin birleşik cumhuriyete yeni katılan tüm eyaletlerde de
kabul edilmesini istiyordu.
Sanayicilerin
desteğini alarak köleciliğin yasaklanmasını isteyen ve bu isteme dayalı bir
seçim kampanyası yürüten Abraham Lincoln, 1860’da başkan seçildi. Bunun
üzerine, Güney eyaletleri bağımsızlıklarını ilan ettiler ve “Birlik”ten ayrılarak Amerika Konfedere
Devleti’ni kurdular. 1861’de başlayıp dört yıl süren iç savaşa, dünya
tarihinde ilk kez 3 milyona yakın asker katıldı ve egemen sınıflar arasındaki
çıkar çekişmesine dayanan bu savaşta 617 bin Amerikalı öldü.6
Savaşı Kuzey kazandı ve
köleciliğe yasal olarak son verdi ancak kölecilik ırkçılığın değişik
biçimleriyle varlığını sürdürdü. Amerika’ya, Kuzey’in sanayi yapılanmasına
uygun düşen tekelci işleyiş egemen oldu. Siyasi düzen, halkı tümüyle siyaset
dışına iterek, onu iki partiden birine oy vermekten başka seçeneği olmayan,
edilgen bir kalabalık haline
getirdi.
Halkın
Seçimlere Katılımı
Amerikan halkı, Andrew
Jackson dönemi dışında, seçimlere ilgi göstermemiştir. Halkın seçimlere
katılımı, günümüze dek süren bir gelenek halinde sürekli yüzde 40-50 dolayında
oldu. Bu oranın, kimi eyaletlerde yüzde 10’lara düştüğü görüldü. Örneğin 1924
seçimlerinde, South Caroline eyaletinde seçmenlerin ancak yüzde 6’sı oy
kullanmıştı; 1940 seçimlerinde Güney Caroline, Georgia, Alabama ve Arkansas
eyaletlerinde oy verme oranı yüzde 20’ler düzeyindeydi.7
George W.Bush,
2004’te seçmenlerin yüzde 50’sinin oy verdiği bir seçimden sonra ve verilen
oyların yüzde 50’si ile yani Amerikan seçmenlerinin yüzde 25’inin oyu ile
başkan olmuştur.
19.Yüzyıl sonlarında,
iki parti dışında güçlenme eğilimi gösteren Popülist Parti, seçimler ve
Amerikan demokrasisinin niteliği konusunda şu saptamayı yapıyordu: “Ülkeye
Wall Street sahip olmuştur. Amerikan yönetimi artık, halkın halk tarafından,
halk için yönetilmesi değil, halkın Wall Street tarafından Wall Street için
yönetilmesi durumuna gelmiştir”.8 (Wall Street: New York’ta
içinde borsanın da bulunduğu finans merkezi y.n.)
19.Yüzyıl ünlü Amerikan şairi Walt Whitman
(1819-1892), yaşadığı dönemdeki ABD siyasi düzenini eleştirirken 20.yüzyıl
emperyalizmini o günden görüyor ve şunları söylüyordu: “O ulusal federal
devlet ve yerel düzeydeki yönetim; çürümüşlük, sahtecilik ve kötü yönetim
batağı içindedir. Adalet Kurumları da bundan payını almış. Büyük İskender’i de,
Roma’yı da geride bırakacak, dev bir İmparatorluğa doğru yol alıyoruz”.9
Siyasete
Yön Verenler
Karmaşık hukuksal
zorunluluklar, gizli/açık devlet denetimi, para ve rüşvet ilişkileri, medya
gücüyle geliştirilen yasadışı baskı yöntemleri, Amerikan demokrasisine
yön veren unsurlardır. Siyasi demokrasinin sınırları, iktidar gücünü elinde
bulunduran azınlık tarafından ve bu unsurlar kullanılarak o denli daraltılmış,
politik yaşam o denli denetim altına alınmıştır ki; düzen karşıtı bir yana,
iyileştirmeci (reformist) bir partinin bile kurulup yaşatılması olanaksız
duruma gelmiştir. Bu nedenle, yaşam koşullarından hoşnut olmayan ve politik
tepki gösteremeyen insanlar, ya bireysel suçlara ya da politika dışı uğraş
alanlarına yönelmektedir. Amerika’daki seçime katılımın sürekli olarak yüzde
50’yi geçmemesinin nedeni budur.
İnsanların oy verme özgürlüğünü kullanarak sandığa
gitme oranı, demokrasi için bir ölçüttür. Bu ölçütle değerlendirildiğinde,
Amerikan demokrasisinin oldukça
geride kaldığı açıktır. İnsanların, oy vererek ülke yönetimini belirleyebilme
duygusunu yitirmesi, demokratik toplumların siyasi çözülme ya da baskı altına
alınmasının bir göstergesidir. Her dört yılda bir yapılan ancak sonucu asla
değişmeyen bir düzenin, insanları politikadan uzaklaştırması ve bu alanı
toplumun azınlığını, üstelik küçük bir azınlığını oluşturan egemenlere
bırakması, doğal bir sonuçtur. Baskının ve siyasi bozulmanın aracı haline
getirilen iki partili siyasi düzen, bu sonucun hem nedeni, hem de amacıdır.
DİPNOTLAR
(x) “Siyasi Partiler” Niyazi Berkes, Yurt ve Dünya Yay., İst. 1946, sf.76 ve “Hükmeden Erkek Boyun Eğen Kadın” Tim
Marshall, Altın Kit., İst.-1997, sf.47
1 “Hürriyet
Bildirgeleri” Belge Yay., İstanbul 1983,
sf.76-77
2 “Büyük Larousse” Gelişim Yay. 1.Cilt, sf.514
3 “Hürriyet
Bildirgeleri” Belge Yay., İstanbul 1983,
sf.83
4 “The American Party
System” Charles Merriam ve Harold F.Cosnel
ak. “Siyasi Partiler” N.Berkes, Yurt ve Dünya Yay., İst. 1946, sf.76-78
5 “Hürriyet Bildirgeleri” Belge Yay., İstanbul 1983, sf.117
6 “Büyük Larousse” Gelişim Yay. 1.Cilt, sf.517
7 “Siyasi Partiler”
Niyazi Berkes, Yurt ve Dünya Yay., İst.
1946, sf.110
8 a.g.e. sf.83
9 ”Kapitalizmin Geleceği”
L.C.Thurow, Sabah Kit., İst.-1997,
sf.210
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder