Devlet biçimi olarak demokrasiden
söz edildiğinde “kimler için” sorusuna verilecek yanıt, konu edilen
demokrasinin niteliğini ortaya koyar. İnsanlık tüm toplumu kapsayan “genel” bir demokrasiyi henüz yaşamadı.
Yaşananların ortak özelliği ise, başka toplumsal kurumlar gibi, belirli bir
ekonomik yapıya ve bu yapının düzeyine bağlı olan kültürel gelişime bağlı
olmasıdır. Tartışmalarda kısaca demokrasi olarak kullanılan kavramı,
sanayileşen “Batı”nın tarihsel
gelişiminde biçimini bulan ve bu gün tüm dünyanın ilgi alanına giren, Batı Demokrasisi ya da Kentsoylu (Burjuva) Demokrasisi olarak alındığını kabul edersek (ki bu kabul doğru
olur), gerçekleşmesi istenilen demokrasinin özellikle azgelişmiş ülkeler
açısından ne anlam taşıdığı ortaya çıkabilir.
Cumhuriyet Karşıtı “Demokratlar”
Demokrasi kavramı ülkemizde uzun süredir
tartışılmaktadır. Ancak yapılan tartışmalarda, sorunu, ülkemizin toplumsal
koşullarına uyum gösteren bilimsel bir anlayışla kavrayıp ortaya koyanlar ne
yazık ki azınlığı, üstelik küçük bir azınlığı oluşturuyor. Bu gün ülkemizde,
çok partiyle süslenmiş ilkel parlamentarizme dayalı bir “demokrasi”
anlayışıyla; daha çok “demokrasi” isteyen tarikat şeyhlerinden etnik ayrımcılara,
din simsarlarından tatlısu aydınlarına dek her çeşitten “demokrasi”
isteği ortalıkta dolaşıyor. Halk dışında herkesin nimetlerinden bolca
yararlandığı çarpık “demokrasi” istemlerine en büyük düşüngüsel
(ideolojik) destek, demokrasiyi ekonomik temellerinden koparıp onu genel, soyut
ve isteğe bağlı bir kavram durumuna getirmeğe çalışan, çeşitli akademik
ünvanlarla donanmış kişiler ve bir takım köşe “yazarlarından” geliyor.
Bilinmesi Gerekenler
Demokrasi bir
yönetim biçimi değil, bir devlet biçimidir. Toplumsal düzenin belirlediği ve
toplumu oluşturanların bir bölümünün egemenliğine dayalı tüm devlet biçimleri
özünde güce dayandığı bilinen bir gerçektir. Belirgin özellikleriyle Batı
Avrupa toplumlarında oluşan köleci, feodal, kapitalist devlet biçimleri,
kendi içlerinde, yönetim işleyişine bağlı kalarak ayrımlılıklar gösterir. Mutlakiyet,
meşrutiyet, cumhuriyet, birer yönetim biçimi olarak, ülkelerin özgün
toplumsal özelliklerinin belirleyiciliğinde ortaya çıkar ancak yönetim biçimi
ne olursa olsun aynı üretim biçimi içinde kalan devletin sınıfsal özelliği
değişmez.
Yönetim biçimleri sayılırken monarji, aristokrasi,
demokrasi ve oligarşi gibi tanımlar da kullanılmaktadır. Demokrasinin
yönetim işleyişini belirleyen bir yöntem olarak dile getirilmesi doğru bir
yaklaşım değildir ve bu yaklaşımın Batı’da, özellikle son 200 yıl içinde,
devlet üzerindeki sınıfsal egemenliğin gizlenmesine yönelik bir amacı vardır.
Demokrasi
ve Sanayileşme
Sanayileşen Batı, kendi demokrasisine beş yüz yıllık bir
süreçten geçerek ve derebeylikle (feodalizmle) her alanda savaşım verip onu
ortadan kaldırarak ulaşmıştır. Devrimci bir sınıf olarak tarih sahnesine
çıktığında, toplumun doğal gelişimine uyum gösterdiği ve aynı zamanda ekonomik
çıkarlarıyla örtüştüğü için kendi devlet biçimini demokrasi olarak
biçimlemiştir.
Sanayi devrimiyle güç kazanan kentsoylu sınıfı, devlet
üzerinde kurduğu egemenliği kendisinde saklı tutarak; yönetim biçimi olarak demokratik
cumhuriyeti geliştirmiştir. Laiklik ve temsili kurumlar,
kuvvetler ayrılığı, insan hakları, seçme seçilme, mülk edinme
seyahat etme vb. haklar; demokratik cumhuriyetin ilkeleri haline
getirilmiştir. İlkeler, derebeylik düzeni yıkılarak yerleşik duruma getirilmiş
ve kurumsallaştırılmıştır. Bu sürecin, insanlığı ileri götüren bir işlevi
olmuştur. Giderek tutuculaşsa da emperyalizm çağına dek, bu işlevi
sürdürmüştür.
İşçi
Gereksinimi ve Derebeylik
Sanayi devrimiyle birlikte, örneğin, fabrikalarda
çalışacak işçilere gereksinim vardı. Bunun karşılanması için, daha önce kapalı
ekonomik yapılar içinde derebeylerin serfleri durumunda olan köylüler,
topraktan koparılıp “serbest” ve “özgür” bireyler durumuna
gelmeliydiler. Getirildiler. Toprak devrimiyle topraktaki derebey iyeliği
(feodal mülkiyet) kaldırıldı. Bir yandan kapitalist tarım işletmeleri ortaya
çıkarken, diğer yandan işçi ve yedek işçi ordusunu oluşturacak köylüler,
kentlerde toplandılar.
Avrupa’nın tümünde, özellikle de katolik kilisesinin
egemenliğindeki yörelerde; kilise, toprak egemenleri durumuna gelmiş, silahlı
örgütler kurup büyük bir ekonomik güç oluşturmuştu. Kilisenin
ekonomideki etkinliğinin kırılması, din ve mezhep ayrımlarının insanlar
arasında çatışma nedeni olmaması gerekiyordu. Bunun için teokratik egemenliğe
karşı laiklik ilkesi geliştirildi ve toplumsal yaşama egemen oldu.
Ulusal
Pazar ve Ulus Devlet
Kentsoyluluğun ürettiği malı satacağı ve kâr sağlayacağı
pazara gereksinimi vardı. Öncelikle kendi ülkesinin pazarını oluşturması ve
egemen olması gerekiyordu. Egemen oldu. Pazar Birliği temelinde yükselen
uluslar ve merkezi ulus–devletler ortaya çıktı. Batı demokrasisi, kendi
kurumlarını, ekonomik ve toplumsal gelişmenin gereksinimlerine dayandırarak
böyle oluşturdu.
Türkiye’de Durum
Türkiye’de tarihsel ve
toplumsal yapının, Batı’dan ayrımlı bir gelişim izlediği, kendine özgü
toplumsal yapıları barındırdığı açık bir gerçektir. Batılı Ülkeler, 19.yüzyılda
sanayi devrimini tamamlayarak yüzyıl sonlarında sermaye dışsatımlamanın
(ihracının) yoğunlaştığı emperyalist aşamaya ulaştığında, Türk toplumu onlara
göre çok değişik bir noktadaydı. Batı’nın hasta adam dediği Osmanlı
İmparatorluğu gerçekten “hastaydı”.
Toprakta tımar
sistemi bozulmuş, üretim ve ticaret gelişememiş, sanayi yerleşememişti. Fetih
ve fetihlere bağlı haraç–cizye gibi devlet gelirleri kesilmiş, ulusçu
ayaklanmalar İmparatorluğun hemen her yanına yayılmış ve savaşlar sürekli
olarak insan ve para tüketiyordu. Devlet, vergi toplayamaz duruma gelmiş, vergi
toplamak için getirdiği İltizam düzeni ile (vergi toplamanın bir anlamda
özelleştirilmesi) gelirlerini arttıramadığı gibi yeni toplumsal sorunların
ortaya çıkmasına neden olmuştu. Mültezimler (vergi toplayıcılar),
yoksulluğun alt sınırında yaşamaya çalışan köylülerin baş belası durumuna
gelmişti. Bu asalak zümre; büyük toprak parçalarını ele geçiren, topladığı
vergiyi çoğu kez hazineye yatırmayan, zaman zaman devlete kafa tutacak kadar
palazlanan; Eşraf–Ayan sınıfı olarak güçlü egemenler durumuna gelmişti.
Dünya deniz ulaşımının
gelişmesiyle (özellikle Süveyş kanalının açılması) Asya–Avrupa kara ulaşımının
önemli yollarını elinde tutan ve buradaki ticareti vergi alarak gelir sağlayan
imparatorluk, bu gelirden de yoksun kalmıştır. Yoğunlaşan kapitülasyonlar var
olan yerli üretim ve ticareti de çökertmiş, devlet ancak dış borç ile ayakta
durabilir duruma gelmişti. 19.Yüzyılın sonlarında, dış borçları kaynağında
toplamak için kurulan Duyun-ı Umumiye; akçalı (mali) açıdan devletten
daha güçlü ve siyasi açıdan son derece etkili konumuyla, kolay tahsil edilir
vergi kaynaklarına el koyarak (damga resmi, tütün, tuz, içki, balıkçılık,
vb.) ülkeye yerleşmiştir. Osmanlı imparatorluğu 20.yüzyıla bu durumda
girmiştir.
İttihat ve Terakki
yöneticilerinin ülkeyi, bir oldu bitti ile Birinci Dünya Savaşı’na sokması,
zaten yokluk ve yoksulluk altında kıvranan Türk halkını büsbütün perişan etmiş,
12 milyon nüfuslu Anadolu’nun 2 milyon genç insanı çeşitli cephelerde ölmüş ya
da yaralanmıştı.
O dönemde nüfusun % 90’a yakını köylüdür.
Köylülüğün niteliği, kökleşik (klasik) derebeylik gelişmesi içinde olan Batı’daki
serflerden ayrımlıdır. Sınıfsal ilişkiler Osmanlıların Raiyet dedikleri,
derebeylik öncesi ilişkileri barındıran, ataerkil geleneklerle biçimlenmiş,
aşiret kurallarını taşıyan bir yapıdadır. Ticaret ve akçalı işlemler,
azınlıkların özellikle Galata bankerlerinin elindedir.
Toplumsal yaşam
Ortaçağın kurum ve gelenekleriyle gerilik ve örgütsüzlük içindedir. Kapitalist
üretim ilişkileri ve onun doğal sonucu olan kentsoyluluk ve işçi sınıfı ortaya
çıkmamıştır. Köylülük, “toprak talep edemeyecek kadar” yoksulluk
ve gerilik içindedir. İyelik ve işletme kavramları yeterince gelişmemiştir. Ne
toprağı işleyecek araç gereci, hayvanı, tohumu ne de bilgisi ve gücü vardır.
Elektrik, yol, makine henüz toplumsal yaşama girmemiştir.
Ürünlerin satılacağı ve ulaşım gereksinimleri karşılanmış bir pazar ilişkisi
henüz oluşmamıştır. Okuma–yazma oranı % 10’un altındadır. Ülke, Batı Avrupa
sanayisinin yarı-sömürgesi durumundadır.
29 Ekim'i Anlamak
Türk tarihinde, demokratik
devrimi gerçekleştirerek demokrasiye yönelen Kemalizm bu
toplumsal koşullar altında ortaya çıktı, Türkiye Cumhuriyeti böyle bir
toplumsal temel üzerine kuruldu. 29 Ekim 1923’de başarılan, hemen hiçbir
savaşım birikimi olmayan cumhuriyetin yeni bir yönetim biçimi olarak
getirilmesiydi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra gerçekleştirilen ekonomik ve toplumsal dönüşümler
ise ülkenin kendisine özgü koşullarına bağlı, demokratik devrime ait
eylemlerdir. Batı’da, kentsoyluluğun derebeyliğe karşı ister devrimci (Fransa),
ister evrimci (Almanya) yolla gerçekleştirdiği demokratik devrimler
Türkiye gibi yarı sömürge durumuna getirilmiş, ekonomik alt yapıdan yoksun
ülkelerde, emperyalizme ve Orta Çağ tutuculuğuna karşı olmak zorundadır.
Bağımsızlık ve demokrasi savaşımında, bağımsızlığı anti–emperyalist savaşım,
demokrasiyi ise anti–feodal savaşım kapsar. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın
ve tüm ulusal kurtuluş savaşının özü budur.
Toprak Sorunu
Türk Devrimi’nde,
kurtuluştan sonra gerçekleştirilen demokratik devrime ait toplumsal
dönüşümlerle çok iş başarılmıştır ancak demokratik devrimin temel sorunu olan
toprak sorunu çözülememiştir. Çözümsüzlüğün bir nedeni, Türk feodalleri
diyebileceğimiz ayan–eşraf–ulemanın bir bölümünün Ulusal Kurtuluş
Savaşı’na katılmış olması diğer nedeni ise, toplumsal yapı içinde toprak
talebine yönelik köylü deviniminin (hareketinin) gerekli sınıfsal olgunluğa
ulaşamamış olmasıdır.
Bu nedenlerle derebeylik, ilk elden ortadan
kaldırılamamış, toprak devrimi gerçekleştirilememiştir. Gerçekleştirilmesi de
olası değildir. Zira bilinmektedir ki, toplumsal dönüşümler yalnızca isteğe ve
insan iradesine bağlı bir olgu değildir. Dönüşüme kaynaklık eden ana etken
toplumsal olarak doğal, tarihsel bir sürecin yaşanmasıdır. Yüzyıllara dayalı
geleneklerle biçim bulan ekonomik–kültürel yapıların, yalnızca yasa ve
kararnamelerle değiştirilemeyeceği bilimsel bir gerçektir.
Kemalizm ve Toprak Sorunu
Toprak sorununun
çözümlenmesi, köylüye tapu dağıtılması demek değildir. Ancak Kemalizm,
toprak sorununa da kayıtsız kalmamış ve çözümü bilinmez bir tarihe ertelememiştir.
“Köylü yurdun efendisidir” ve “ülkede topraksız köylü kalmayacaktır”
söylemleri, bugünün yaygın uygulaması, ucuz yaymaca söylemleriyle yapılan oy
avcılığı değildi. Yenileşme eylemlerine hızla girişilirken, sürece gereksinim
duyulan; ulusal sanayinin yaratılması, toprak sorununun çözümlenmesi gibi
konularda yapılabileceklerin tümü yapıldı.
İlk elden köylüyü, eşkiyalık
durumuna gelmiş mültezim
soygunundan kurtarmak için bir şeriat vergisi olan AŞAR kaldırıldı
(hem de zavallı durumda olan devlet bütçesinin üçte birine yakınını
oluşturmasına karşın). Köylünün, süreğen (kronik) bir toplumsal yara
durumundaki ürün öncesi borçlanmadan, faizci–tefeci kıskacından
kurtulması için devlet bütçesi zorlandı.
Tarım teknisyenleri
yetiştirecek olan Ziraat mektepleri kuruldu. Köylüye pulluk dağıtıldı.
Makine ve tarıma öncülük edecek olan devlet üretme çiftlikleri kuruldu. İç
pazarı geliştirecek olan ulaşım yatırımlarına önem verildi.
Toprak devriminde görev
alacak ve “köy aydınlanmasını” sağlayacak eğitim politikası saptandı.
Amaca yönelik olağanüstü başarı sağlayan Köy Enstitüleri kuruldu. Köy
öğretmenlerine ağayı tutuklama yetkisi veren kapsamlı bir Toprak Yasası çıkarıldı.
İşte tam bu aşamada da kıyamet
koptu. 1944’lere varan bu süreçte, daha önce Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası ve Serbest Fırkalarda örgütlenmeleri önlenen ve etkin
temsilcileriyle CHP içinde varlığını sürdüren toprak ağaları eski
düzen savunucuları ve devşirme kalıntısı işbirlikçiler, 2.Dünya Savaşı sonrası
dönemin özel koşullarından da yararlanarak DP’de örgütlendiler.
Hazırlığı tamamlanmış olan, deneme uygulamalarında bile
büyük başarı gösteren Kemalist uygulama, kendi gücünü yaratma olanağı
bulamadan, emperyalizmin istek ve yoğun desteğiyle ortadan kaldırıldı. 1945’den
sonra uygulanan politikalarla ulusal bağımsızlık zedelendi, feodal yapılar
korunup geliştirildi. Cumhuriyet’le yaratılıp gelişmeye başlayan demokratik
eylem, gerçek gücüne ulaşamadan boğuldu.
Halk İçin Demokrasi: Türkiye Cumhuriyeti
Bugün Türkiye’de,
etkileri hızla artan 445 aşiret sayılmaktadır. Çözülüp yok edilemeyen Orta Çağ
yapıları Türkiye’nin tümünde, Batı destekli irtica ve bölücülüğün kaynağı
durumuna gelmiştir. Derebeylik yapıları yok edilmeden ülkemizde Batı
anlamında demokrasi hiçbir zaman olmayacaktır. Ülkemizdeki demokrasi
tartışmaları bilimden uzak, temelsiz veriler üzerine kurulu ve isteğe bağlı bir
kavram olarak yürütülmektedir.
Türk tarihinin, halk
için demokrasi olan en etkin dönemi, Cumhuriyet’in geçerli olduğu 1923–1938
arasıdır. Bu dönemin, gerçekleştirdiği değerlere saldırmayı demokratlık
olarak piyasaya sürenlerden, demokrasi’yi laiklikle sınırlayan anlayışlara dek pek çok temelsiz demokrasi
yorumu bugün, bol miktarda ortada dolaşıyor. Oysa demokrasi
kavramını, ülkenin somut koşullarına bağlı kalarak, söylemde bırakmadan ve
olağanüstü bir kararlılıkla somut gerçekliğe dönüştüren tek siyasi devinim Kemalizm
ve kurduğu Cumhuriyet’tir.
Kemalizmde toplumsal gelişim ve ilerleme için engel oluşturan yapılar
yerine laikliğin egemen kılınmasına özel önem verilmiştir ancak
demokrasiye ulaşmak için, ulusal bağımsızlığa, toprak sorununun çözümüne,
sanayileşmeye de çok önem verilmiştir. Bunların, laikliği yaşatıp
geliştirecek olan temel unsurlar olduğu net bir biçimde ortaya konmuştur.
Kemalizmde laiklik kuru bir inanç değil, toplumsal kalkınmaya dayanan özgürlük
girişimidir.
Çağdaşlaşma
olarak tanımlanan toplumsal yönelişte, halkın gönenç ve mutluluğunu amaç
edilerek ulusal kalkınma ve ekonomik büyüme temel alınmış; laiklik, eğitimin
birliği ve yaygınlığı, kültürel gelişme, dil ve tarih bilinci, tüzel (hukuki)
yenilenme gibi girişimlere, bu temel amaca ulaşmanın vazgeçilmez araçları
olarak önem verilmiştir. Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik, Milliyetçilik,
Laiklik ve Cumhuriyetçilik ilkeleriyle sistemleşen Cumhuriyet
Devrimi, yalnızca laikliğin savunulmasına indirgendiğinde, ortada Kemalizm’den pek bir şey kalmaz. Zaten ülkemizin
bugün getirildiği olumsuz konumun nedeni bu kısır tutumun, elli yıldır devlet
politikası olarak uygulanmasıdır.
Kemalizm, ulusal
bağımsızlıktan hiçbir koşulda ödün verilmemesini, köy aydınlanma ve
kalkınmasının sağlanmasını, ulusal pazarın gümrük duvarlarıyla koruma altına
alınmasını, halkın ekonomik düzeyinin yükseltilmesini temel alır. Bu
anlayış doğal olarak halk için demokrasi’yi gündeme getirir. Atatürk,
“...Bizim hükümetimizin şekli tam bir demokrasi hükümetidir. Ve dilimizde bu
hükümet, halk hükümeti olarak adlandırılır” der.1
Günümüzde çarpıtılmış olan, demokrasi–laiklik cumhuriyet
tartışmalarında aydınlar, özellikle genç aydınlar, bilgili ve dikkatli
olmalıdırlar. Bu dikkat; demokrasiyi ekonomik toplumsal temelinden kopararak
yalnızca bireysel özgürlüğe indirgeyen Brüksel ya da Pentagon demokratlarına
olduğu kadar, demokrasiyi Cumhuriyet’e
saldırmanın aracı yapan sığ düşünceli sosyalistlere etnik bölücülere ve dincilere
de dikkat etmelidir.
DİPNOTLAR
1
“Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” Cilt 3, 1954 Türk
İnkilap Tarihi, Enstitüsü Yay., sf.51
Yazılarınız harika, çok yerinde. Teşekkürler.
YanıtlaSilSağol Adsız.
YanıtlaSilSağol Adsız.
YanıtlaSil