İşbirlikçilik, emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürgelerde
uyguladığı politikanın en önemli unsurudur. Büyük devlet ölçütlerine göre
seçilen ve ülkelerinde etkin görevlere getirilecek işbirlikçi adayları, devlet
fonlarıyla beslenen kurumlarda eğitilir ve ülkelerine gönderilir. 20.Yüzyıl
başında İngilizler bu politika için; “kediyle
dövüşeceksen bir kedi bul” diyordu. ABD Dışişleri Bakanı Mc. Namara ise 1962 yılında Kongre’ye
şu bilgileri veriyor: “Birleşik Devletler
ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim merkezlerimizde seçme
subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak uzmanları eğitmemiz askeri yardım
yatırımlarımızdan sağlanan yararların herhalde en önemlisidir. Bu öğrenciler,
ülkelerine dönüşlerinde eğiticilik görevlerini orada sürdürecek olan ve hükümet
yetkililerince seçilmiş görevlilerdir. Bunlar gerekli bilgilerle
donatılmışlardır. Onlar burada edindikleri bilgileri kendi ülkelerine taşıyacak
olan geleceğin liderleridir. Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl
düşündüklerini gayet iyi bilirler. Bunların liderlik mevkilerine gelmelerinin
bizim için ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek görmüyorum. Böyle
dostlara sahip olmanın değeri ölçülemeyecek kadar çoktur”.(y)
“Yerli Misyonerler”
Fransa Maliye Bakanlığı Müşaviri ve
Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel Ducoste 1889 yılında şunları
söylüyordu: “Şimdi Türkler hızla
borçlanmaktadırlar. Ancak yirmibeş yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya
karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman gerek alacaklarımız ve
gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle Osmanlı Devletinin
maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk
yöneticilere ihtiyacımız var. Ben, bu ‘yerli misyonerlerin’, bizden ve
yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar,
Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına
sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın, bir ya da birkaç yüzyıl
teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır”.1
Daniel Ducoste’nin
19.yüzyılda yaptığı bu saptama, işbirlikçiliğin manifestosu gibidir. “Yerli misyonerler”, Türkiye’yi Atatürk
Dönemi dışında yüz yılı aşkın süre yönetmiş ve yabancı çıkarların “teminat unsuru” olarak çalışmıştır.
İşbirlikçiliğin İlk Adımı; Yabancı
Hayranlığı
Gelişmiş ülkelere hayranlık, kökleri
geçmişe dayanan eski bir geri kalmış ülke alışkanlığıdır. Tanzimat Fermanı’nın
ortaya çıktığı 19.yüzyıl ortalarında, yüzyıllar süren saray politikalarıyla
toplumun kültürel kaynakları o denli kurutulmuş, eğitim o denli
ilkelleştirilmişti ki, ulusal kimliğin beyni olacak aydınlar ortaya çıkmıyordu.
Olayları ve gelişmeleri gerçek boyutuyla ele alıp irdeleyecek siyasi
kadro yoktu. Kolaycılıkla birleşen boyun eğici ve öykünmeci (taklitçi)
eğilimler yaygınlaşıyor, özgüvenden yoksun ve kişiliksiz “aydınlar” ve “yöneticiler”
ortaya çıkıyordu. Tanzimat kararlarını, “bir
anayasa çıkışı” olarak ele alıp kendilerini “Araplaşmaya dayanarak medeni Batı dünyasıyla” bütünleşmeye
yönlendirmiş bu “aydın” ve “yönetici” türü, varlığını bugüne dek
sürdürdü. Yozlaşma ve yabancılaşma son 15 yılda yoğunlaştı ama bu işin kökleri
çok eskiye gidiyordu.
Osmanlı ve Enderun Devşirmeleri
Osmanlı padişahları, imparatorluğun uyrukları içinde tahta rakip
çıkarabilecek tek unsur olan Müslüman Türk uyruklarına sistemli baskı
uygulamıştır, onların yönetimden uzak tutmayı devlet politikası haline
getirmiştir. Bu tutum, doğal olarak, devleti yönetecek kadroların, Hıristiyan
unsurlar içinden seçilmesine yol açmıştır. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde
kalan, sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilip eğitilmek üzere
İstanbul’a taşınmış; yabancılardan oluşan devşirme bir yönetici sınıf
yaratılmıştır. Yozlaşma ve yabancılaşmayı,
bağlı olarak da işbirlikçiliği devlete taşıyıp yerleştirenler bunlardır.
Devşirmelerin Gücü
Görünüşte devlete yüksek hizmetler
veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar; onun her isteğini yerine
getiriyorlardı... Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman yapılan bu insanların,
geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları olanaksızdı. Ne tam Müslüman
oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini unuttular, ne de yeni
kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne olmadığını bilen,
kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet politikalarına yön
verdiler ve İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri durumuna geldiler.
Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke durumuna getirdikleri bir tutumları
vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve devlet politikalarıyla
örtüşen bu nefreti, genel bir tutum durumuna getiriyorlardı.
Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi
bir kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği
yok edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın
kuluydu; bir insan değil, adeta bir makineydi.2
Bilinçli izlencelerle (programlarla)
kişiliksizleştirilen devşirmeler, bu niteliklerine karşın; yüksek yönetim
yetkileri, dolgun ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve
devleti yöneten yerlere getirilmişlerdi. Ancak, can ve mal güvenliğinden yoksun
biçimde yaşıyorlardı. Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli ölüm
korkusu içinde yaşayan ruh hastası durumundaydı.
Devşirmeler, gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazdı; yalancı ve
ikiyüzlüydüler. Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı
Devletine gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirdi. Rüşvet,
vurgunculuk (ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam
kayırma’yı (iltimas) neredeyse yasal duruma bunlar getirdi.
Türkler; Kendi Ülkesinde Tutsak
Devşirme etkinliği, Fatih döneminde
başlatılan devlet yönetimini Türkler’den arıtma (tasfiye) eylemi ve I.Selim (Yavuz) (1512-1520) döneminde
halk üzerinde şiddetli bir baskıyla bir felaket halini aldı. Türkler’e karşı
olumsuz bakış, devşirme düzeninin daha ilk döneminde, çok açık biçimde ortaya
konmuştu.
II.Murat
döneminde başlatılan, Fatih Kanunnamesi
ile yasalaştırılan uygulamalarla Türkler, kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da
Musevi azınlıklar kadar bile hakkı olmayan, ikinci sınıf uyruk durumuna
getirilmişti. Yönetim organlarında görev alıp yükselmek bir yana, etkili devlet
kurumlarına ve bu kurumlara yönetici yetiştiren okullara giremiyordu.
Sadrazamı, padişahtan sonra
devleti temsil edecek en yetkili kişi (naip) yapan Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil yönetici yetiştiren ve
yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına alınmayacak olanları şöyle
sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar,
çobanlar, sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu
olanlar, Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve
Türkler”.3
19.Yüzyıl Yozlaşması
19.Yüzyıl’da, kendilerini Batı’lı gibi
görüp, köklerinden koparak yozlaşan, halkla ilişkisi olmayan, topluma
yabancılaşmış yeni bir “aydın” ve “yönetici” türü ortaya çıktı. Bunların
devlet kadrolarında üst düzey görevleri doldurması, doğal olarak kamusal
işleyişin daha da çok bozulmasına neden oldu.
Kamu görevlileri ve “aydınlar”, “kara cahil”
bir “sürü” olarak gördükleri halka
hizmet etmek bir yana, ondan “tiksinti”
duyan ve uzak durmaya çalışan garip insanlar haline geldiler. Batıcılık bir
modaydı artık ve bu moda tam anlamıyla bir Batı çılgınlığıydı.4
Lalaların yerini mürebbiyeler, geleneksel
davranış biçimlerinin yerini Batılı tavırlar aldı. Fransızca öğrenmek ve
Fransız jargonuyla (Jargon: bozuk, yanlış hatta anlaşılmaz konuşma) konuşmak,
uygar olmanın göstergesi haline geldi. Kültürel bozulma ve yozlaşma o denli yoğunlaştı
ki, Türk ve Türklük, geriliği ve ilkelliği temsil eden bir aşağılama sözcüğü
olarak kullanıldı.
Dönemin tanzimatçı “aydınlarından”
Prens Sebahattinci ve İngiliz yanlısı Abdullah
Cevdet, işi, “Türk ırkının ıslahı
için” dışardan “damızlık erkek”
getirilmesini istemeye dek götürdü. “Batı
medeniyeti, ona ancak uyulabilecek, karşı durulursa yerle bir edici coşkun bir
seldir... Neslimizi ıslah edip güçlendirmek için, Avrupa ve Amarika’dan
damızlık erkek getirmeliyiz” diyen yazılar yazdı.5
Günümüz
Günümüzdeki yabancılaşma ve yozlaşmanın,
bağlı olarak işbirlikçiliğin, kapsamı genişlemiş ve kültürsüzlüğün kültürü
haline gelmiştir. Arapçılık ve Batıcılık akımları, birbirinin içine girerek ve
iletişim teknolojisinin sunduğu olanaklarla halkı neredeyse esir almış durumda.
Dünün Batı hayranı yozlaşmış aydınları, bugün hırçın küreselleşmeciler,
dünün Batı düşmanı imanlı dindarları bugün gönüllü emperyalizm savunucuları
oldu. Aralarına liberalleşen “solcuları”
da alarak, ortak paydası akçeli işler olan ilişkilerde birleşiyorlar.
Yazgılarını birleştirerek, aynı yolun yolcusu yurt ve ulus karşıtları olarak
işbirlikçiliğin yöntemlerini zenginleştiriyorlar.
Yönetici Olmanın Koşulu
Bugün, dışa bağımlı kılınmış ülkelerde,
yönetici olabilmenin geçerli yolu; büyük devlet politikalarını tartışmasız
kabul etmek, bunları içte ve dışta uygulamaktır. Yönetime gelmeyi ve süresini
belirleyen ölçüt, küresel politikalara göstereceği uyumdur.
Bağımsızlık yanlısı ulusçu kadroların yönetici olmaları, artık çok güç
hatta olanaksızdır. Bu tür “unsurlar”
yönetime gelseler bile, önlerine çıkarılacak engelleri sürekli olarak aşmak
zorundadır. Son elli yıl içinde bu engellere takılarak yönetimden
uzaklaştırılan birçok azgelişmiş ülke yöneticisi vardır. Musaddık, Goulart ve Allende bunların en çok bilinenleridir.
Türkiye’de Durum
1960’lı yılların sonlarında, ABD hükümeti,
Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (AID)
Türkiye’deki verimini saptamak için bir uzman göndermişti. Richard Podol isimli bu ‘uzman’
raporunda şunları söylüyordu: “yirmi
yıldan fazla zamandan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı bir
zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan
eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da KİT hemen hemen
kalmamıştır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa
sürede geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş
ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir...”6
(İndoktrine; sözlük anlamı: Beyin yıkamak, bir inancı veya öğretiyi, kafaya sokmak,
fikir aşılamak)
Richard
Podol’un raporunda yazdıkları doğruydu. Devlet kurumlarının
kilit yerlerinde görev yapan kadrolar el değiştirmiş, Cumhuriyet’e bağlı
Atatürkçü kadroların yerine “Amerikan
eğitimi almış” kişiler getirilmişti. İsmet
İnönü, 1963 yılında Başbakanken şunları söylemişti: “Bir görev veriyorum sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor.
Sonucu memurdan önce sefirden öğreniyorum...”7
Yarım yüzyıl önce “müsteşar” ve “genel müdür”
düzeyindeki devlet orununa (mevkiine) “Amerikan
eğitimi almış” kişileri getiren girişimin, bugün eriştiği düzeyi görmek güç
değil. Artık; başbakanların, parti başkanlarının belirlenmesinde Washington
etkili oluyor.
Azgelişmiş ülkelerde (gelişmişlerde de),
yolsuzluk çamuruna bulaşmamış, karanlık ve karışık ilişkilere girmemiş hükümet
yetkilisi ve üst düzey yönetici aramak, dünyada saf ırk aramak gibidir. Ele
geçirilen yönetim yetkisi, ülke ve halkın haklarını korumak için alınan
sorumluluklar değil, artık paranın, iktidar hırsının ve dışa hizmetin araçlarıdır.
Üçüncü bir sektör haline gelen bu ilişkiler, yazılı olmayan özel ‘yasalara’ sahiptir ve son derece
profesyonelce yürütülür. Kimse kimsenin açığına bakmaz, herkes yurt dışı banka
hesaplarındaki sıfırları arttırma çabası içindedir. Bunlar, temel özellikleri
bakımından ülkeden ülkeye değişmeyen günümüz politikacılarının en belirgin
tipidir. Seçimleri hep bunlar kazanır ve ülkeyi sırayla yönetirler.
DİPNOTLAR
(y) Hearing,
Washington, D.C. 1962 Vol.I. sf. 359 ak. H.Magdoff
“Emperyalzim Çağı” Odak yay. 1974
sf. 155
1 “Militan
Atatürkçülük” Vural Savaş, Bilgi Yay., 2001, sf.35
2 “Kapıkulunun Tavsifi” Muhittin Birgen, ak. Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet”
Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
3 Ana Britannica, 10.Cilt,
sf.100
4 “Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Yay., 6.Cilt, sf.1790
5 “Türkiye Tarihi 3-Osmanlı Devleti 1600-1908” Cem Yay., 4.Bas.,
İst-1995, sf.359 ve “Türkiye’nin Düzeni”
D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Bilgi Yay., 5.Bas., Ank.-1971, sf.162
6 “Bitmeyen
Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 11.Baskı, 2002, sf..90
7 “Bitmeyen
Oyun” Metin Aydoğan, Umay Yay., 11.Baskı
2002, sf.90
Ölmüşüz de haberimiz yok desene hocam.
YanıtlaSilGerçekten çok güzel anlatmışsınız,hayran kaldım ,işte bugün içinde yaşadığımız gaflet,in ve istikrarsızlığın(ekonomik ve sosyal) sebebi, bu anlattıklarınız . Hepsi bukadar işte.
YanıtlaSilTeşekkürler Sevgili Gerçek.
YanıtlaSil