Son dönemde, “sıfır Sorunlu Dış Politika” tanımı sıkça kullanılır oldu. Yönetim gücünü
elinde bulunduranlar; Türkiye’nin sorun yaşamadığı ülke neredeyse kalmamışken,
dünyayla alay eder gibi, bu tanımı kullanıyor ve “sıfır sorundan” söz ediyor. Bu tanım, bugün yaşanmakta olan
gerçeğin tersini anlatıyor ama acaba Türkiye’nin tarihinde, komşularıyla “sıfır sorunlu” bir dönemi oldu mu?
Böyle bir olgu yaşandı mı? Bunun yanıtını yazıyı okuyunca bulacaksınız.
İlişkiler
Atatürk’ün dış politikası, Türkiye’nin komşularıyla eşitliğe
ve karşılıklı güvene dayanan, barışçı ilişkilere dayanıyordu. Yakın çevreyi
güvenlik altına alan bu politika, yalnızca Türkiye ve yalnızca bölge ülkeleri
için değil, dünyanın tüm ezilen ulusları için de önem taşıyan bir yaklaşımdı.
Türkiye’de, bağlı olarak Ortadoğu’da durdurulan emperyalist saldırı; dünya
halklarına eskisi denli zarar veremeyecekti. Emperyalizmin yenilebileceğini
gören sömürge ve yarı sömürge ülkeler, ulusal bağımsızlığa yöneleceklerdi.
“Milli
Misak’ı kabul ederek, maddi ve manevi alanda tam bağımsızlığımızı onaylayanları
derhal dost sayıyoruz... Dış siyasetimizde başka bir ülkenin haklarına saldırı
yoktur. Hakkımızı, yaşamımızı, ülkemizi, namusumuzu savunuyoruz ve savunacağız” diyordu1 Söylediklerini gerçekleştirmek
için, kararlı ve güce dayanan, etkili bir politika yürütmesi gerekiyordu.
Sovyetler Birliği’nin Önemi
Komşu ülkelerle ilişki sözkonusu olduğunda, Sovyetler
Birliği özel öneme sahipti. İçerde ulusal birliği sağlamaya ne denli önem
veriyorsa, dışarda Sovyetler Birliği’yle iyi ilişkiler geliştirmeye o denli
önem veriyordu.
Bu büyük ülke, emperyalizme karşı mücadele eden
uluslara yardım etmeyi, dış politikasının temeline yerleştirmişti. Ayrıca,
Türkiye’yle ilişki geliştirmek, içinde bulunduğu kuşatılmışlık nedeniyle,
konumuna ve gereksinimlerine uygundu; her iki ülke de, ortak düşman
emperyalizmin saldırısı altındaydı.
“Baş Düşman” dan, Tek Dosta
Çarlık politikası nedeniyle 17.yüzyıldan beri “Türkiye’nin baş düşmanı” olan Rusya, Devrim’le
birlikte geliştirdiği ilişkilerle, “Türkiye’nin
tek dostu” durumuna geldi. Çok önem verdiği bu dostluğu, 1938’e dek, Türk
dış siyasetinin temeline yerleştirdi. Değişik tartışma, görüşme ve
uygulamaların sınavından geçerek olgunlaşan ve karşılıklı güvene dayanan
uluslararası bir siyaset haline getirdi.
Sovyetler Birliği’yle ilişkilerin alacağı biçimi, Kurtuluş Savaşı sürerken belirlemiş,
ölene dek uyguladığı bu belirlemeyi 1 Mart 1922’de Meclis’te yaptığı konuşmada
şöyle dile getirmişti: “Tam ve gerçek
bağımsızlığımızı, açık ve samimi olarak en önce tanıyıp bize dostluk elini
uzatan Sovyetler Birliği’yle kardeşçe bağlarımızın güçlendirilmesi, dış
siyasetimizin esasıdır. Bu esas, tam bağımsızlığımızı onaylayan herhangi bir
devletle ilişkimizi yenilememize elbette engel, oluşturmaz”.2
Yunanistan
Yunanistan, hırslı istekler ve İngiliz kışkırtmasıyla
Türkiye’ye saldıran, üstelik sivil halka ölçüsüz şiddet uygulayan “kötü bir komşu”ydu. Ancak, Anadolu’dan
çıkarıldıktan sonra, içine düştüğü durumun nedenlerini anlamış; Türkiye’yle iyi
geçinmek zorunda olduğunu kavramıştı.
Yaşanmış olaylardan ders çıkarmayı ihmal etmeden ama
geçmişe de takılı kalmadan, iki ülke arasındaki ilişkileri iyileştirmeye
yöneldi. Lozan’da başlayan
yakınlaşmayı, dış siyaset ilkesi haline getirerek, o güne dek görülmemiş bir
dostluk ilişkisine dönüştürdü. Rusya’dan sonra, bir başka “ezeli düşman” Yunanistan’ı, Türkiye’ye saygı duyan “uyumlu bir komşu” haline getirdi Çevre
ülkeleriyle çelişkileri olan bu ülkeyi, özellikle Bulgarlara karşı korudu, ona
hamilik yaptı.
Türk-Yunan dostluğunun, uluslararası önemini şöyle
dile getiriyordu; “Türk-Yunan Anlaşması
Yakındoğu için bir barış ve sûkun aracıdır. Yalnız iki ülkenin kendi
ihtiyaçlarına karşılık vermekle kalmayan, aynı zamanda görevinin bilincinde
olan her devlet adamı tarafından, en fazla saygı duyulan ve inatla savunulması
gereken bir anlaşmadır. Davaların en yükseği olan barış davasına hizmet ederek,
bu bölgedeki tüm ulusların çıkarlarına yararlı olacaktır”.3
Yunanistan’la, karşılıklı güvene dayalı o denli
saygılı bir ilişki kurdu ki, Yunan Başbakanı Venizelos, 12 Ocak 1934’te, Nobel
Ödül Komitesi’ne başvurarak onu Nobel
Barış Ödülü’ne aday gösterdi. Ödül
Komitesi’ne gönderdiği yazıda; “bölge
barışını güçlendiren, yeni ve seçkin Türk devletine bugünkü görüntüsünü veren
ve bu girişimleri iç reform hareketleriyle birlikte yürüten Mustafa Kemal
Paşa’yı, Yüksek Nobel Barış Ödülü için aday göstermekle şeref kazanmaktayım”
diyordu.4
Sadabat
Paktı
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan Dışişleri Bakanları,
8 Temmuz 1937’de bir dostluk ve işbirliği antlaşmasına imza attılar. Sadabat
Paktı adı verilen bu anlaşmayla birçok sınır sorunu çözülmüş, güvenilir bir
ittifak sağlanmıştı. İran Şahı Rıza Şah,
antlaşma üzerine Atatürk’e
gönderdiği telgrafta; “imzacı devletler
sizin emperyalistlere karşı açtığınız mücadele sayesinde var olmuşlardır; bu
sonucu, size ve Türk milletine borçluyuz” demişti.5
Türkiye, dört ülkeyle antlaşma yaparak, çok geniş bir
coğrafyada “barışı örgütlemeyi”6
amaçlamış, sahip olduğu saygınlığa dayanarak bunu başarmıştı. Kuzey’de
Sovyetler Birliği’nden sonra, Doğuda 3,5 milyon kilometrekarelik bir alan,
barış bölgesi haline gelmişti. Katılımcı ülkeler kadar, çevre ülkelerin de
yararına olan bu girişimin, Türkiye’nin öncülüğüyle gerçekleşmesi Ankara’nın
kazanmış olduğu saygınlığın göstergesiydi.
Balkan
Paktı
Atatürkçü dış siyasetin, dördüncü girişimi, Balkan
ülkeleriyle barış ve dostluğa dayalı ilişi geliştirmek oldu. Uzun çatışmalar,
kırımlar ve göçlerle oluşan kalıcı düşmanlıklarla dolu bu acılı bölgede,
karşılıklı saygı ve dostluğa dayalı, güven duyulan ilişkiler geliştirmek güç
bir işti. Türkiye, birbiriyle sürekli çatışan Balkan devletlerinin, her zaman
ortak düşmanı olmuştu. Konu, Türkiye’ye karşıtlık olduğunda bir araya
geliyorlar, ancak başka hiçbir konuda anlaşamıyor ve çatışıyorlardı. Bu
işleyiş, Balkanlar’da yüz yıldır süren bir gelenek haline gelmişti.
Başlangıçta başarılacağına kimsenin inanmadığı Balkan Birliği; güven verici
davranışlar, içtenlik ve yeni Türkiye’nin saygınlığı sayesinde
gerçekleştirildi. Şaşırtıcı biçimde ve kısa bir sürede, düşmanlıklar dostluğa,
güvensizlikler dostluk ve danışmaya dönüştürüldü. Birlik’e öncülük eden Türkiye, önce ülkelerle ayrı ayrı anlaşmalar
yaptı. Daha sonra, ikili birlikteliklerin sağladığı yakınlaşmalara dayanılarak Balkan Paktı gerçekleştirildi.
Türkiye, 15 Aralık 1923’te Arnavutluk, 18 Ekim 1925’te
Bulgaristan ve 28 Ekim 1925’te Yugoslavya’yla dostluk ve işbirliği anlaşmaları
imzaladı. 1929-1933 arasında yapılan konferanslar dizisinden sonra, önce
Yunanistan (15 Eylül 1933), daha sonra; Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya’yla,
ikili dostluk anlaşmaları imzalandı. Ard arda gerçekleştirilen bu anlaşmalar,
bir yıl sonra yapılacak Balkan Paktı’na
temel oluşturdu. Balkan Paktı;
Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’nın katılımıyla, 9 Şubat 1934’te,
Atina’da imzalandı.
Barışın
Mimarı
Atatürk,
İstanbul’da gerçekleştirilen Konferansta, Balkan devletlerinin temsilcilerine,
konuk ağırlayan bir devlet başkanı olarak, içtenlikli bir konuşma yaptı.
Balkan uluslarının, Türk ulusuyla köken ve yazgı
birliği içinde olduğunu açıkladığı ve Fransızca yaptığı konuşmada şunları
söyledi: “Yüzyıllarca geriye giden ortak
tarih içinde, acılı hatıralar varsa, bu acıya bütün Balkan milletleri dahildir.
Türklerin hissesi ise daha az acı olmamıştır. Sizler, mazinin karışık his ve
hesaplarının üzerine çıkarak, derin kardeşlik hisleri arayacaksınız. İnsanları
mutlu edecek tek araç, onları yakınlaştırarak birbirine sevdirmek, karşılıklı
maddi ve manevi ihtiyaçları sağlayan, hareket ve enerjiyi yaratmaktadır”.7
DİPNOTLAR
1 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 2.Cilt, İstanbul Matbaası, İstanbul-1974, sf.854
2 “Atatürk’ün Bütün Eserleri”, 12.Cilt, Kaynak Yayınları, İstanbul-2003, sf.287
3 “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, IV.Cilt, sf.559-560, ak.; a.g.e. sf.551
4 “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü”, Prof.Utkan Kocatürk, İ.B.Yayınları, sf.342
5 “Atatürk ve Dış Politika”, Cemal Hüsnü Taray, Belgelerle Türk.Der., S.34, sf.49, ak.; D.Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi”,
3.Cilt, sf.1469
6 “Atatürk’ün Dış Politikası” T.Rüştü Aras, Kaynak Yay., İst.2003, sf.109
7 “Tek Adam” Şevket
Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kitabevi, 8.Baskı, İst.-1984, sf.408
Dışişlerini islamcı, ümmetci, tayyiban adamlara bırakırsan kendini böyle gitgide büyüyen bir problem yumağı içinde bulursun. Monşer dedikleri insanlar oturup, kalkmasını bilen adap, erkan sahibi öngörüye vakıf sahte dünya liderliği hevesinde olmayan adamlardı, şampanya bardağında ayran içen zevata benzemezler. Ateş 4 bir yanını sarmış Suriye parça parça olmuş Kürdistana bir tık uzaktasın. Komşunun ülkesini islamcı sapık sürüsü parçalarken sen mezhepcilik yaptın Esad ülkenin kontrolünü elinden kaybedince Kürt bölgesi burnunun dibinde ortaya çıktı. Bütün medeni dünya ile kavga halindesin Rusyanın koltuğunun altına girmekten başka çaren yok. Dünya bir ambargo uygulamaya başlarsa tamamen izole edilirsin ekonomi zaten yerlerde sahte rakamlarla halka iyi diye yutturuluyor. Çık işin içinden çıkabilirsen.
YanıtlaSil