ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN
1928 yılında
köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma oranı yüzde
86’ydı. Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde benim
okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar;
üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu; arıcılık, tütüncülük, orman
reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün
varlıklı ve aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime
verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden gelen
muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk vardı.
Adım Necdet Eroğlu. 1923 yılında
Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü İlkokulu başöğretmeniydi. Okuma yazma
bilenlerin az, öğretmenlerin saygı gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı
düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey İlköğretmen Okulu’nu 1940-1941 yılında
bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine (şimdi ilçedir) bağlı Gölçük Köyü’nde öğretmenliğe
başladım.
O zamanki yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin
bulunduğu çevreyle ilgili araştırma yapması gerekiyordu. Göreve başladığım yıl
araştırmaya da başladım ve önce Muhtar Ali
Kerkik’le konuştum. Muhtar bana şunları anlattı: “Benden önceki Muhtar
Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış değerli bir insandı. Okul onun
zamanında yapılmıştır. Öyküsü ise şöyledir: 1929 yılında yani yeni harflere
geçilmesinden hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde bir okul yapma yarışı
başlamıştı. Bizim köy, bu yarış başlamadan hemen önce, köye telgraf telefon
teli çektirmeye karar vermiş ve muhtar Ali Tozluoğlu'nu bu iş için görevlendirmişti... Para toplanmış
ve bir heyet halinde Nahiye’ye gidilmiş. Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, toplanan paranın
maliyeye yatırılmasını, nahiyeler arası bağlantılar yapıldıktan sonra sıranın
köylere geleceğini söylemişler, Muhtar’ın kafası karışmış, ‘biz parayı kendi
köyümüze hat çekilsin diye topladık, parayı verdiğimiz halde sıra beklersek
köylüye ne deriz’ dese de dinletememiş; parayı yatırması için ısrar, hatta
baskı görmüş. Bakmış olacak gibi değil: ‘peki parayı haftaya getiririm’ demiş
ve doğru Muğla ’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir lirası varmış, Postaneye
gitmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’ demiş. ‘Delirdin mi sen, Gazi Paşa’ya
telgraf çekilir mi’ gibi sözlere aldırmayarak ısrarla telgrafın hem de cevaplı
olarak çekilmesini istemiş ve şu telgrafı yazdırmış: ‘Gazi Paşa Hazretleri,
Köylüden para topladım.
Nahiye müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, parayı telgraf ve telefon hattı
çekilmesi için yatırmamı
istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç bunu biliyorum. Ama köyde de okul
yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana soruyorum, telefon, telgraf mı ağır
gelir, okul mu? Parayı nereye yatırayım?’ Telgrafı çektiriyor parasını ödüyor
ve Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor, kahvesini içiyor,
camiye gidip namazını kılıyor. Köye gitmek için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor,
ya iki jandarma gelir de ‘sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye
cesaret ediyorsun, onu meşgul ediyorsun’ derlerse ne yaparım diye korkuyor.
Ancak, korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf memuru büyük bir telaşla ‘Muhtar,
neredesin şimdi köye atlı çıkaracaktık, koş Ankara’dan cevap geldi, gel imzala
telini al’ diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar, daha camideyken gelmiş. Atatürk,
çektiği telde şunu yazıyormuş: ‘Muhtar seni gözlerinden öperim. Sorduğun soruya
cevabım şöyledir; terazinin bir kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı
yirmi defa dolanacak tel çekmeyi, diğer kefesine senin köye okul yapmayı
koysalar; senin köye okul yaptırmak ağır gelir. Sen topladığın parayı okul
yaptırmak için kullan'. Ali Muhtar
telgrafın verdiği coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu yarılamadan bir çocuk
koşarak arkadan yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman Müdürü seni istiyor’ diyor.
Orman idaresine gidiyor, okulun kereste ihtiyacının karşılanması için tahsis
emrinin geldiğini, ne zaman isterlerse keresteleri alabileceğini öğreniyor.
Köye gidince Ali Muhtar’ın korktuğu oluyor ve iki jandarma geliyor. Ancak,
jandarmalar muhtarı köye yapılacak okul için nahiyede yapılacak toplantıya
çağırıyor. Daha sonraları köye; Nahiye Müdürü, Jandarma Komutanı, Fırka Reisi
hepsi geliyor. Atatürk, Muğla Valiliği’ne emir vermiş, herkesten okulun
yapılmasına yardım etmelerim istemiş, okulumuzu 3,5 ayda yapıp 1929-1930 ders
yılına yetiştirdik”.
1941 yılında geldiğim Gölcük Köyü’nün
o zamanki Muhtarı Ali Kertik, bana
bunları anlattı. Okulun kayıtlarını inceledim, köyde araştırma yaptım. 1928
yılında köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma
oranı yüzde 86’ydı. Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı köyde
benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar;
üniversiteye giden pek çok öğrencim oldu; arıcılık, tütüncülük, orman reçineciliği,
marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün varlıklı ve aydın
bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime verilen önemdir. O
zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden gelen muhtar telgrafına bir
saat içinde cevap veren Atatürk
vardı.
*
Unutamadığım bir başka anım: Hacı Hasan Yıldız adlı yaşlı bir köylüyle tanışmamdır. Bir gün Osman Yıldız adlı öğrencim; “’öğretmenim
dedem sizinle görüşmek istiyor’ dedi. Ben de ‘buyursun
gelsin’ dedim. O sıralar yoğun bir çalışma içindeyim. Sabahtan öğleye kadar 1, 2,
3. sınıfları öğleden sonra 4 ve 5’leri okutuyorum, akşamları da millet
mektepleri var. Bir gün dersler bittiğinde yaşlı bir insan geldi. ‘Ben Osman’ın
dedesi Hasan Yıldırım’ dedi. Odama buyur ettim, sohbete başladık.
Yaşlı adam
duvardaki Atatürk resmine uzun uzun baktı, çerçeveyi düzeltti ve ‘kutbi
zamandır’ gibi bir şey söyledi. ‘Kutbi zaman’ dediği şeyin ne olduğunu sordum.
Pusulanın hep kutbu göstermesi yani pusulanın şaşmaması anlamına geldiğini söyledi.
Toplumların pusulalarının şaşabileceğini yani ‘cihetler kaybedebileceğini’, Türk toplumunun Osmanlının son dönemlerinde ‘cihetini
kaybettiğini' anlattıktan sonra şunları
söyledi: ‘Pusulasını şaşıran toplumlar için Mevla ara sıra, insanlara doğru
istikameti gösterecek bir insan yollar, Mustafa Kemal bunlardan birisidir. Bu
nedenle onun yolundan şaşıranlar yanlış yola girerler’.”
Hacı Hasan
Yıldız’la daha sonra ilişkilerimiz
gelişti. Ben ona gider, o bana gelirdi. 104 yaşındaydı. Fatih Medresesi’nde
uzun yıllar müderrislik yapmıştı. Köyüne, ölmek için geldiğini söylüyordu. “Üç padişah
gördüm, hepsinin de Allah cezasını versin” diyordu. İncil’i incelemek için Latince’yi, Antik Çağ inançlarını
öğrenmek için eski Grekçe’yi öğrenmişti. Arapça, Farsça ve Fransızca’yı Türkçe
gibi biliyordu. Ula Nahiyesi’nin Gölcük Köyü’nde, bu yoksul orman köyünde böyle
bir insanla karşılaşmak inanılmaz bir şeydi.
Birgün bana şunları söyledi: “Oğlum,
muallimin rehberi bilimdir. Ancak, bu bilim çok yönlü, çok taraflı bir bilimdir,
bir ışıktır. Muallim, bu ışığı insanların aydınlanması için onların üzerine
tutar. Eğer ışığı insanın yüzüne tutarsan gözü kararır karanlıklar içinde
kalır; önüne doğru, götürmek istediğin yola doğru tutarsan orayı aydınlatırsın
ve onu istediğin yola sokarsın, yani istediğin gibi eğitirsin. Senden bir şey
rica edeceğim. Buraları dindar bir çevredir. Senden namaz kılmanı, bir takım
ibadet bilgilerine sahip olmanı isterler. Eğer
bizim hoca dinsiz derlerse seni dinlemezler, çocuklarını okula göndermezler,
senden uzak dururlar. Sen de, hiç kusurun olmamasına rağmen onlara öğretmek
istediğin şeyleri öğretemezsin, görevini iyi yapamazsın. Dini bilgilerin
yetersizse biraz önem göster ve öğren; ben sana yardım ederim. Ara sıra camiye
git. Hoca, Allah’tan korkuyor desinler; sana saygıları artsın. Onları yanına al
sonra bilimini onlara öğret. Göreceksin, öğretmek istediklerini çok çabuk
öğreneceklerdir”.
Bu nur yüzlü bilge insanla tanıştığımda 19
yaşındaydım. Çok gençtim ama yüksek ideallere sahiptim. Hiçbir köyde okuyup
yazmayan kalmamalıydı, yoksulluk ortadan kalkmalıydı, Türkiye aydınlık ve güçlü
bir ülke olmalıydı. Hasan Yıldız’ın
verdiği nasihatın derinliğini o yaşta anlamayabilirdim. Ama böyle bir hataya
düşmedim ve nasihatlarını tuttum. Dinler Tarihi’ni edindim ve özellikle İslam
Tarihi konusunda bilgimi arttırdım. Cami hocası ve cemaat, din konusunda benim kadar
bilgi sahibi değillerdi. Bilgisizliklerini yüzlerine vurmadan onlara çok şey öğrettim ve hemen hepsiyle yaşam boyu sürecek dostluklar
kurdum.
Köylülerin bana olan güvenlerinin
artması, orada olmamın gerçek nedeni olan öğretmenlik görevlerimi yerine
getirmemde çok yararlı oldu. Tüm çocuklar okula geliyordu, millet mektebi
kursları genç, yaşlı hatta hasta insanlarla dolmuştu, kısa bir süre içinde köyde
okuma yazma oranı yüzde 50’lere varmıştı.
*
Köy Enstitüleri, ilk mezunlarını 1942 yılında
verdi. Ben ise 1941’de göreve başlamıştım. Aynı dönemin insanlarıyız. Aynı havayı teneffüs
ettik, aynı ruhu taşıyorduk. Büyük bir devrimin coşkusuyla büyümüştük. Bizim
için yaşam, kurulmakta olan yeni devletin, yeni toplumun, yani cumhuriyetin
yüceltilmesinden ibaretti; herşeyin üzerinde tuttuğumuz değer yargımız buydu.
Ben nisbeten aydın bir çevreden çıkmıştım. Babam
Öğretmendi. Okuduğum öğretmen okulunda öğrencilerin çoğunluğu şehir ve
kasabalardan gelmişti. Atandığımız köylerde istekle de olsa geçici olarak görev
yaptığımızı biliyorduk. Köy enstitüleri ise farklıydı. Onlar tamamen köylerden
gelmişlerdi. Nereden geldiklerini, ne olduklarını ve ne yapacaklarını çok iyi
biliyorlardı. Çok yoksul bir kesimden gelmişlerdi; öğrenmenin ve bilinçlenmenin
kendilerine verdiği büyük gücü kavramışlar ve edindikleri bilinci köylerine
götürmeye adeta and içmişlerdi. İnanılmaz bir heyecan içindeydiler. Biz de
öyleydik ama onlar bizden farklıydı.
Maaşım 38 liraydı. Bazen onu da alamazdık. Eskiden
öğretmenler maaşlarını Özel İdare’den alırlardı. Bağlı olduğumuz ilin valisi
çalışkansa hem sevinir hem üzülürdük. Vali çalışkansa, yol, okul, sağlık ocağı
v.s. gibi işlere yoğun olarak girişir, bazı aylar bize maaş parası kalmazdı.
Çocuklar, bu ay size az maaş vereceğiz üstünü gelecek ay alırsınız denilerek 10
lira aldığımız çok olmuştur. Bu durumlarda canımız sıkılmazdı. Bilirdik ki, ya
bir köye su götürülmüş ya da bir sağlık ocağı açılmıştır; para bu nedenle
kalmamıştır. İtiraz etmek, sızlanmak gibi bir eğilim aklımıza bile gelmezdi.
Köy enstitüsü çıkışlıların bizden en önemli farkı,
yaşayacakları köyde işlerine yarayacak hemen her şeyi öğrenmiş olmalarıydı.
Marangozluk, demircilik, dokumacılık, hayvancılık, meyvecilik, inşaat ustalığı
vb öğreniyorlardı. Biz, diplomalarımızı alıp mecburi hizmetimiz nereye çıkarsa
oraya giderdik; mezun olduğumuz okulla bir ilişkimiz kalmazdı. Köy enstitüsü
mezunlarının ise, nereye giderlerse gitsinler okullarıyla ilişkileri
kesilmezdi. Okul, onları sürekli izler, çalışmalarında onlara yardım eder ve
ihtiyaç duyduğu eksiklikleri enstitüde imal edip gönderirdi.
Köy
enstitüleri, bence, sadece Türkiye için değil dünyanın birçok başka ülkesi için
de bulunmuş en mükemmel eğitim sistemidir. Zaten pek çok ülke örnek almıştır.
Amerikalı bir eğitimci köy enstitüleri için, “Doğa’da tan ağırıyor” demiş. Eğer bu okullar sürseydi, Türkiye bugün çok
farklı ve ileri bir yerde olurdu. Bundan hiç kuşku duymuyorum. Bu okullara
nasıl kıydılar hala anlamış değilim.
*
Türk köylüsü, eğitime ve öğretmene çok önem verir.
Kahveye girsem benden büyük, babam dedem yaşında insanlar saygıdan ayağa
kalkarlardı; utanırdım. 60 yılda ileri değil geri gittik. Cumhuriyet, suyun
akışını halktan yana çevirmişti; geriliklerin, cehaletin üzerine gidiliyordu.
Bugün ise iş tersine dönmüş, su yine eskisi gibi akıyor.
Cumhuriyetle
birlikte sağlam bir milli eğitim düzeni kurulmuştu. Daha iyiye ve daha ileriye
gitmek için sürekli tartışılır, araştırılır ve uygulamalar yapılırdı. Bölgesel
özellikler, eğitime alınacak çocukların sosyal konumu, çocuğun zeka yapısı tesbit edilir, programların
verdiği bilgi ağırlığı geniş katılımlı Maarif Şuralarında tartışılırdı. O dönemdeki
tartışmalar içinde çok değerli eğitimciler ortaya çıktı, bilgili ve inançlı
eğitim önderleri yetişti. Ancak, bu kadrolar daha sonra etkin görevlerden
uzaklaştırıldılar. Bilgi ve inançlarını vatan hizmetine yeterince verememenin
üzüntüsünü ömür boyu yaşayan bu değerli insanların, teker teker ölüm haberlerini
alıyorum. Her ölüm haberi bana, yapılamamış işlerin, düzeltilememiş yanlışların
ve eğitilmemiş insanların acısını verir. Elbette hepimiz öleceğiz. önemli olan,
edindiğimiz bilgi ve tecrübeyi tam olarak ve sonuna kadar ülke yararına kullanabilmek
değil midir? Bunun yapılamaması, yapılmasının önlenmesi insana acı vermez mi?
Ekim-2000-İZMİR
Hocam Yazılarınızla Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ümüzü çok çok daha iyi anlıyor ve ülkülerininin enginliğini daha çok idrak ediyorum. Hergün sizden birşey öğreniyorum , tüm emekleriniz için ne kadar çok teşekkür etsem azdır. saygı ve sevgilerimle
YanıtlaSilSenin gibi okura sahip olmak ne güzel.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilYazıyı çok büyük bir keyifle okudum, onların heyecanlarını, sevinçlerini ve masmavi umutlarını içimde hissettim.. Keşke o zamana ışınlanıversem de o muhteşem mücadeleyi yaşayanlardan biri olsam dedim.. Yani, biraz kıskandım galiba o insanları.. Neyse, şimdi de verilecek bir mücadele var ve bu mücadelenin bana da ihtiyacı var.. Yazı muhteşemdi, çok teşekkürler, iyi ki, varsınız.. Seher Nigar.. Yorumum Ebru Cansın Palaur adıyla gelecek çünkü internet kardeşimin adına alınmıştı..
YanıtlaSilNe ilginç. Aynı duyguları duyuyoruz Sevgili Seher.
YanıtlaSil